24 Temmuz 2012 Salı

KUDÜS VE SAİRE...


BİRİNCİ KISIM; CİNLERİN HİKAYESİ

Evrende var olan her şeyin bir hikayesi vardır. Ben "şeyleri" bu hikayeleri ile severim.

Suriye çöllerini, Tsavo'nun kızıl kumunu, Santorini'nin lav kırıntılarını ceplerime doldurup eve taşımam ondandır. Sfenksten düşmüş bir kireç taşı, Petra'nın gülkurusu kayalarından bir parça, Marakeş'te yediğim sümüklü böceğin kabuğu odamın bir köşesinde, doğdukları yerleri anlatmak için bekler. Bu "şeyler" benim için birer zaman yolcusudur. Evde hiç kimse yokken, yanlarına oturup onlara kulak verir, hikayelerini dinlerim.

Arada bir durup, dalıp gitmem ondandır.

Dinlemesini bilene, her taşın, her kuşun ve ağacın anlatacak bir hikayesi vardır. Deniz dibindeki midyeler soyu tükenmiş canlılardan bahseder. Alaska fiyortlarındaki buzullar, Konya ovasındaki bir istiridye fosili veya Karakum çölündeki gemi iskeleti bize bir şeyler anlatır. Kontiki'nin sırrını And dağlarındaki Balsa ağaçları fısıldar. Odysseus'u Homer'e ilk anlatan, Ege'nin gümüş kanatlı martılarıdır. O martılar ki argoyu pek severler, en geveze yolcularıdır dümen suyunun. Biraz dedikoduya bulaşık, her bir sır bir simite karşılık, bir ayrık bir barışık, ille de küfürle karışık hikayeler anlatırlar. Dinlemezseniz çılgına dönerler. Çığlık çığlığa bağırmaları ondandır.

Cami avlularında güvercinlerin uçması boşuna değildir. Güvercinler ki, demkeştir namları, camilerden de eski bir hikaye anlatır. Boğuk üveymeleri kanat esintisine karışır, sabah serinliği gibi dolaşır minareleri.  En kızgın yürekler kanat sesiyle soğur. Güvercinlerin çokca kanat çırpmaları ondandır.

Zeytindağı'nın hikayesi bir güvercinin ağzındaki zeytin dalıyla başlar. Zion dağındaki veya tapınak tepesindeki işlere ise cinler karışır. Cinleri anlamak için cince bilmek gerekir. Kuş dilini Filistinlilerden, cinceyi de cinci hocadan önce söken Süleyman, gönül işlerine Hüdhüd kuşunu, yapı işlerine cinleri memur etmiş.

Filistinlilerin ağızlarıyla kuş tutamamaları ondandır.

Cinler taş üstüne taş koyup Süleyman'a bir duvar, tanrıya da bir ev yapıp, tapınak no 1 demişler. Bu ev, saray veya tapınak ne derseniz, Downing no;10'dan önceki en ünlü ev olmuş.

İngilizlerin sayı hesabıyla buralara bulaşması ondandır...

Adı sulh, selim, selamet anlamına gelen, Salomon'dan gelme Süleyman, allah selamet versin, 700 karıya kocalık yaparken, doğal olarak, asasına dayalı dimdik ölüvermiş. Herşeyi bilen cinler, hazretin gaibini bilememiş. Sırf bu yüzden, biraz da prestij derdinden, bu topraklarda ne olsa karışır olmuşlar...

Filistin işlerine cinlerin karışması ondandır...

Kudüs'ü anlatmaya başladığımda olayı uçağa kadar getirmiş, hatta uçağı Telaviv'e indirmiştim. Belli bir mantıkla çok iyi gidiyordu. Sonra işe cinler karıştı. Yaptığım bir değişikliği düzeltmeye kalkarken bütün yazdıklarım bir anda uçtu gitti. Kahroldum. Her zaman yedekli çalışırken, bu sefer hiç yedekleme yapmamıştım. Aynı şeyleri bir araya getirmem de mümkün değildi. Oturup yeniden yazmaya başladım. Fakat aklıma in ve cinlerden başka bir şey gelmedi. Bir de duvarlar.

İKİNCİ KISIM; HAZIRLIK ve YOLCULUK

Kudüs görmeyi en çok istediğim şehirlerden birisiydi. Kendimce şöyle bir plan yapmıştım. Önce Suriye, Mısır, Lübnan ve Ürdün'ü görecek, sonra sakıncalı damgalarla dolu pasaportu atıp yeni bir pasaportla İsrail'e gidecektim. Öyle de yaptım. Araya yeni pasaportumla bir de Alaska seyahati sıkıştırıp, kapı gibi Amerika vizesini de alınca kaymaklı ekmek kadayıfı oldu. Tam "yeme de yanında yat" durumu! Artık İsrail'e gidebilirdim. Derken, daha "ne zaman gitsem?" sorusunu sormadan olay kontrolümden çıktı. Bir akşam Emel geldi ve Miraç kandilinde gidelim dedi. Önce biraz duraladım. Zamanlama dini ritüelleri izlemek açısından enteresan olabilirdi. Kabul ettim. Bu sırada grubun karmakarışık olacağını, farklı hedefleri ve beklentileri olan insanlardan oluşacağını hiç düşünmedim. İdare ederiz dedim, fakat yanıldım. Bu yanılma kısmı gezinin son günü yaptığım bir yorumdur.

Her zamanki gibi ön çalışmalara başladım. Tam mayıs ayında yayınlanan, epeyce kalın bir Kudüs kitabı aldım (K.Balcı, A. İnce). National Geographic dergisinin eski sayılarında, tam oniki kere, farklı şekillerde Kudüs'ün anlatıldığını keşfettim. Ortadoğunun dinler tarihine baktım. Herod'un hikayesini okudum. Masada'yı öğrendim. Haritaları çıkarttım. Yöre bu kadar kutsallıkla dolu olunca, kutsal bilgi kaynağı Wikipedi'ye başvurdum. Antik Kudüs'ten başlayıp günümüze kadar geldim. Bu arada bir hafta sonu tamamen tesadüf olarak Kariye müzesine gittim. Ne ilgisi var derseniz, Kariye'deki mozaiklerin, Kudüs'ün hristiyanlıkla ilgili tarihine rehberlik ettiğini gördüm. Artık hazırdım...

Recep ayının yirmialtıncı gecesi, saat 0.55'te Telaviv'e müteveccihen yola çıktık. Yarın recebin yirmiyedisi, yani Miraç kandili. Göğün kaçıncı katı olduğunu bilemediğim onbininci metrede, göklerden inenlerin ve çıkanların hikayelerini okuyarak uçtuk gittik. Bir hayal dünyasındaydım. Sağımda solumda nebiler dolaşıyor, bulutların üstünde melekler raksediyor, başımdan aşağı kutsal sular dökülüyor, biraz ötemde bir at uçuyordu...

Pilotun sesiyle uyandım; kemerlerinizi bağlayın, iniyoruz...


Birisinin uçup gitmekte olan aklımı ve cismimi yere indirdiği iyi oldu. Yumuşak bir iniş yapıp gözlerimi açtım. Muhteşem bir hava meydanındaydım. Gördüklerimin en değişik ve güzellerinden birisi. Geniş ve aydınlık camlar, bir çemberin çevresinde yürüyerek gelinen çıkış koridoru, tekerlekli çantaların yanınızda kendi kendine kaydığı hafif ve tatlı bir meyilde altı-yedi dakikalık yürüyüş ve bavul teslim alanı. Bundan sonrası dünyevi işler; abartıldığı kadar olmayan pasaport kontrolü, neden geldin, ne zaman döneceksin, giriş damgası ister misin istemez misin sohbeti, oldukça kolay bir ÇIKIŞ ve İsrail'e GİRİŞ... Otoparkta bekleyen otobüs, motor sesi, yol işaretleri, sağa dön, sola dön, Kudüs 55 km, kum renkli evler, kum renkli yeşil, tek tük insan, tek tük cami... Bir cami önünde durduk. Sabah namazı kılınacak. Dışarıdayım. Hafif, ılık bir esinti var. Ağaçta bir kuş ötüyor. Bülbül olabilir. Bülbül olsun istiyorum. Uzakta başka bir kuş aynı nakaratla cevap veriyor. Ne soruyorsa ona cevap veriyor. Süleyman olsaydı anlardı şimdi kuşun ne dediğini... Silkiniyorum ve tekrar cami avlusuna dönüyorum. Olsa olsa "gel çiftleşelim" diyordur. Öbürü de cevap veriyordur; bunlar gitsin de sonra gelirim...

ÜÇÜNCÜ KISIM: HAYAL ve GERÇEK

Pireler berber iken kaybolan şehirlerde sadece cinler yaşar. Eriha'nın kat-kat, yirmi kat altında onbirbin yaşında cinler vardır. Kayıp ülkeleri, kayıp şehirlerin kayıp halklarını cinler anlatır. Tarih boyunca bir yıkılıp bir yapılan şehirler, tapınaklar, gidip gidip yeniden gelen halklar bu cinlerin konusudur. Cinlerin dilinden en iyi İmhotep, ondan sonra Hazreti Süleyman anlar. Fakat Kudüs'ün hikayesi onlardan çok önce başlar. Hikayenin odak noktası Kudüs'ün orta yerindeki bir taştır. Ya da oralarda bir taş diyelim. Çünkü bu taş Kudüs'ten önce de vardır. Kudüs'ten de, insandan da önce... Bir ihtimal; bu taş dünyanın göbek deliğidir!

Kudüs'e "umblicus mundi, dünyanın göbek bağı" denmesi ondandır...

Türkiye'den gelen rehberimiz diyor ki "Kudüs dünyada gökyüzüne en yakın yerdir. En ünlü astronomi alimleri de ölçtüler, doğrudur dediler". Zeytindağı'ndan aşağıya doğru bakıyorum. İleride Kubbet-üs Sahra gözüküyor. O zaman ben şu anda dünyanın biraz üzerinde oluyorum. Göğün birinci katı burası olabilir. Rehber biraz akıllı olsa "Cennete en yakın yer" derdi. O zaman ölçmeye de gerek kalmazdı. Devam ediyor:

- Zeytindağı Kudüs'ün doğusundadır. Tufanın sona erdiğini Hz Nuh'a haber veren güvercin, zeytin dalını bu tepeden alıp götürmüştür. Önümüzde gördüğünüz mezarlar yahudilerindir. Dünyanın en pahalı mezar yeridir. Fiyatlar yüzbin doları geçer. Eski şehrin etrafı Sultan Süleyman'dan kalma surlarla çevrilidir. Surların dibi Müslüman mezarlığıdır. Aradaki vadi Kidron vadisi'dir. Kidron demek ceviz denektir. Ahir zamanda sırat köprüsü buraya kurulacaktır. En aşağıda Davud'un büyük oğlu Absalom'un kabri bulunur.

Absalom'un kulesi rehbere başka, bana başka bir hikaye anlatıyor. Davut'un büyük oğlu Absalom, babası kendi yerine Süleyman'ı kral yapınca bu kuleyi yaptırmış. Tepesine de inat için bir yumruk dikmiş. Yahudi milleti babasına isyan eden bu çocuğa çok kızmış, ona ders olsun diye, bu kuleyi asırlarca taşlayıp durmuş. Sonuçta kulenin tepesinde yumruk filan kalmamış. Rivayet o ki; Sfenksin burnunu hacamatlama suçundan şartlı tahliye olan Napolyon buraya kadar gelip "bana ha!" demiş, yumruğu al aşağı etmiş. Gerçek şu ki, Napolyon Kudüs'e hiç gelmemiş. Kuleyi de Absolom değil, birinci yüzyılda başkası yapmış. Neyse, gerçekler kimin umurunda? Hikaye güzel, her taraf taş dolu... Dediklerine göre zaman zaman o kadar çok taş birikiyormuş ki, kule görünmez oluyormuş!

Rehberden sıkıldım. Gruptan uzaklaşıp, zeytin ağaçlarının altında, karşıdaki tapınak tepesini ve daha ötesini gören, sakin bir köşe buldum. Manzaradan etkilenmemek imkansızdı. Güneş arkalarda bir yerden yeni doğuyordu. Karşı tepeler henüz ağır bir nem bulutunun altında, hayal meyal seçiliyordu. Güneş yükselirken önce kıyamet kilisesinin tepesindeki haçlar aydınlandı. Sonra kayanın kubbesi, Kubbet-üs Sahra! Sabahın grisi beyaza dönerken eflatun bir gölgenin perdesiyle örtüldü. Tepenin en orta yerinde, O muhteşem kubbe altın sarısı rengiyle sislerin arasından çıktı. Sadece bu an bile Kudüs'e tekrar gelmeye değerdi!

Zeytin ağacına "sırat köprüsü nerede kurulacak?" diye sordum. Ne bileyim, diye tersledi. Birisi "kimseye söyleme" diye tembihlemiş olmalı. Muhtemel sırat köprüsünün muhtemel ayağının nerede olabileceğini hesaplamaya çalıştım. En stratejik yerler yahudiler tarafından kapılmıştı. Müslümanım desem zaten hiç şansım olmaz. Parasıyla değil mi desem, o da yok! Rahmetli Cemal Paşa bunların hemşerisi sayılır. Netekim, ondan torpil istesem? "Paşam bu harbe niçin girdik?" diye konuyu açıp, vatan millet sakarya sıcaklığında; paşam desem, şu yahudilerden birine bir iyiliğiniz olmuştur. Madem ki ahir zamanda köprüden önce onlar geçecek, ben de birinin arkasına takılsam, sırat köprüsünü ön sıralarda geçsem, karşılarda iyi bir yer kapsam? Kafasını iki yana sallayarak "fesuphanallah" çekti. Torpil, rüşvet? Enver Paşa'nın casusu musun nesin? Git işine kardeşim!!! diye homurdandı. Silkinip kendime döndüm. Güneş iyice yükselmişti. Rehber devam ediyor, daha doğrusu son noktayı koyuyordu:

- Otobüslere binip Mescid-i Aksa'ya gidiyoruz. Kadınlar baş örtülerini alsın, uzun etekler giyilsin, kollar kapansın.

DÖRDÜNCÜ KISIM; KUDÜS'ÜN HİKAYESİ

Kudüs, milattan yaklaşık 1000 yıl kadar önce Davut tarafından fetholunup, Yahudi ve İsrail krallığının merkezi yapılmış. Davut önceleri elinde sapanla dolaşan, bir yandan da babasının yanında kısmi zamanlı çobanlık yapan kendi halinde bir çocukmuş. Filistin devi Calut'u sapan taşıyla halledince, Yahudi milleti çocuktaki cevheri anlayıp onu kendilerine kral yapmış. Çobanlık o zamanlardan beri, kral, peygamber ve biz Türklerin çok aşina olduğu şekilde, başbakan ve cumhurbaşkanı yetiştiren bir serbest meslek dalı olmuş.

Kabilelerden bir krallık kuran Davut, boş zamanlarında davudi sesiyle mezmurlar okumakta, beste yapıp şiir yazmaktaymış. Şiir kitaplarını kimse almayınca sıkılmış. Boş duracağıma kutsal sandığın yuvasını yapayım diyen krala, "sen otur Zebur'u yaz, inşaatla uğraşma" şeklinde bir vahiy gelmiş. Bunun üzerine ondokuz oğlundan Süleyman, hem inşaata, hem de krallığa talip olmuş. Tapınağın bitmesiyle din işleri devlet işlerine karışmış. Tüm milletler için yaptım, dese de kimse inanmamış...


Buraya kadar olan kısımda Davut-Goliath (Calut) savaşı, onların Süleyman, birinci tapınak, birincinin yıkılışı, ikinci tapınak, ikincinin yıkılışı, bir duvarın yıkılmayışı, Hristiyanlığın çıkışı, İslamın doğuşu, kısa kesip uzun atlayalım; Osmanlının avdeti, bizim Süleyman, Süleyman'ın rüyasında dört kızgın aslan gibi bir sürü hikaye var… Meraklısı aslan mı leopar mı diye araştırırken biz devam edelim; Şehir tarih boyunca defalarca yıkılmış, kuşatılmış, işgal edilmiş, kurtarılmış, insanlar sürgün edilmiş, sürgünden dönmüş, isyanlar, savaşlar, idamlar ve intiharlarla dolu çileli bir yolculuktan sonra bugünlere gelmiş (Buradaki “sonra” kelimesi lafın gelişi. Yolculuk halen devam etmekte). Üç büyük dinin yolu bu şehirde kesişmiş. Bir şehir, bir allaha inanan üç dinin kutsalı olmuş. Sonrası malum; senin kutsalın, benim kutsalım derken, olanlar olmuş. Bence bütün zorluk bir ve üç sayılarının asal sayı olmasından ileri geliyor. Detaylar için isteyen matematik, isteyen din, istemeyen tarih kitaplarına bakabilir.  

Biz gene Filistin’e dönelim. Birinci Dünya savaşında İngilizler yöredeki Osmanlı hakimiyetine son vermiş. 1947’de Birleşmiş Milletler (BM) Filistin’de arap ve yahudi devleti kurulmasına, Kudüs'ün BM yönetiminde tarafsız bölge olmasına karar vermiş. 1948’de İsrail emr-i vaki ile bağımsızlık ilan etmiş. Araplar bunu kabul etmeyip savaş açmış. Sonuçta Kudüs’ün batısı İsrail’e, doğusu Ürdün’e kalmış. Doğu Kudüs, Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu en kritik kısım. İnsanların “ölmeye ölmeye geldik!” dedikleri cinsten bir yer. 1967’de İsrail, bize bundan fazlası vaadedilmişti deyip iman gücüyle dört koldan saldırmış. Altı gün süren “Altı gün savaşı” sonunda doğu Kudüs’ü, Batı Şeria'yı, Golan tepelerini ve Sina yarımadasını işgal etmiş, yedinci gün dinlenmişler!

İsrail yönetimi 1980 yılında (gece karanlığında) çıkardıkları bir kanunla (torba yasa olabilir) Kudüs’ü “bölünmemiş başkent” kabul etmiş. BM, 67’deki işgale ve Kudüs’le ilgili bu karara önce “bana ne!” sonra da “onlar beni tanımazsa, ben de onları tanımam” deyip itiraz etmiş. Bu kararı kimse takmamış. Onlar takmazsa ben takarım diyen Yaser Arafat Filistin Kurtuluş örgütünü (FKÖ) kurmuş. Terörle bir yere varılmaz diyenlerin ilk yenilgisi Filistinde olmuş. 1988’de Ürdün, Batı Şeria üzerindeki bütün haklarını Filistin Kurtuluş Örgütü’ne devretmiş. 1995’te Gazze şeridi ve Batı şeria’nın bazı bölümleri Filistin Ulusal Yönetimi’ne bırakılmış. Mescid-i Aksa ise özel durumu dolayısıyla Müslüman bir vakfın yönetiminde kalmış ve yahudilerin girişi yasaklanmış. Kapılardaki tam teçhizatlı İsrail askerlerinin “herkes girsin, ne var bunda” kayıtsızlığıyla, sivil müslüman görevlilerin ille de dinsel “kanıt” kaygısı bundan ileri gelmekte…

Kudüs’te ABD dahil, hiçbir yabancı ülkenin elçiliği yok.  Bununla beraber İsrail parlamentosu, hükümetin tüm unsurları, başkan ve başbakanın evleri ile anayasa mahkemeleri Kudüs’te bulunmakta. Filistinliler de BM’nin 1967 öncesi duruma dönülmesi ile ilgili (halen geçerli) kararı uyarınca Doğu Kudüs’ü başkent yapmak istiyormuş. İşte zurnanın zort dediği nokta burası. Ayrıca BM kararında şöyle bir ifade var; bölgedeki tüm devletlerin güvenli ve tanınmış sınırlar dahilinde varolma hakkına saygı duyulması…

Bunları Kudüs’ü tanımaya ve anlamaya çalışırken yazıyorum. Çünkü Kudüs “evet, gittim, çok beğendim. Naneli çay içtim, felafel yedim. Hava da çok sıcaktı” diye iki satıra sığacak bir şehir değil. Çoluk çocuğun neden boyna asker taşladığını, ya da cenazelerin neden koşarak taşındığını anlamak için şehrin geçmişini de biraz bilmek gerekiyor. Geleceğini bilmek ise hiç mümkün değil…

Kudüs elektrik yüklü bir şehir. İlk gördüğünüzde çarpılmanız ondandır. Yakınlaşıp elinizi uzattığınızda, ve biraz da değdiğinizde sinir uçlarınızın titreşmesi de ondandır. Kudüs’ten aldığınız elektrik, onu sevme ihtimalinden doğan bir elektrik değildir sadece.  Kabloları birbirine dolanmıştır. Yedi düvelin mühendisi bir araya gelse, hangi kablonun inceldiğini, hangisinden duman çıktığını, hangi kıvılcımın nereyi yakacağını bilemez.

Elektriği biraz olsun boşaltmak için olsa gerek, her tarafta gerekli gereksiz “barış” vurgusu var. Sağda, solda, levhalarda, ilan tahtalarında, utanç duvarının üstünde bile en çok görülen kelime barış. Bu kadar ortalığa dökülünce, eksik bir şey mi var? diye soruyorum. Belli ki, İsrail yönetimi de barış için başka ne yapabiliriz diye  kafa yormakta! Sonunda bulmuşlar. “Şehrin arapça isminde barış yok, herhalde ondan savaşıyoruz” gibi dahice (!) bir düşünceyle olsa gerek, şehrin arapça isminin Ursalim-al-Quds olmasına karar vermişler. Barış politikası diye buna derim! Quds bildiğimiz kutsal anlamına geliyor, S-L-M kökü ise barış…(Salem, Shalem, Salam, Shalom). Wikipedi’nin yalancısıyım. Barış kenti Kudüs! Zion tepesinde paslanmış demirden güvercin heykelleri, Kidron vadisine bakan panellerde, en turistik köşelerde, adeta sağlıklı yaşam yürüyüşü yapan insan resimleri… Resmin bir köşesinde mutlu bir köpek… Bütün savaşların barış için yapıldığını hatırladım. Belli ki İsrail yönetimi ölümlerin soğukluğunu, barış kelimesinin sıcaklığıyla ısıtmaya çalışıyor. Bilmezler mi bazen “kelimelerin kifayetsiz” olduğunu?

Kudüs kaybolması zor bir şehir. Bir anlamda zor, bir anlamda kolay. Hangisini seçeceğiniz size bağlı. Ben olsam, zor da olsa kolay da, kaybolmayı seçerdim. Tıpkı Mardin’de seçtiğim gibi. Kudüste de sokakların darlığı, karışıklığı, kemer ve abbaraları, evleri, hasılı eski şehrin tüm anatomisi aynen Mardin gibi. Farkı şu ki, her köşe başında, her direkte onlarca kamera var (belki şimdilerde Mardin’de de vardır). Direklerin olmadığı yerde, gökyüzünde, altında onlarca kamera asılı olan balonlar dolaşıyor. Bunları anlamak, bir Türk olarak daha kolay. Büyük abi bizi izliyor, allah razı olsun, çoluk çocuk kaybolursa kolay bulunur, güvenlik filan deyip geçebilirsiniz. Sadece ortalık yerde burun karıştırmamak veya kıçını kaşımamak yeterli. Fakat burada çok net bir abartı var. Devamlı izlenme baskısını siz de her an hissediyor ve küntlük derecenize göre er veya geç soruyorsunuz, ne oluyor?  

TAŞLAR VE KAYALAR 

Tur rehberiniz anlatıyor;  Kanuni Sultan Süleyman 1538'de şehrin etrafındaki surları yaptırmış.1860'lara kadar şehir, sadece “Eski Kudüs” denen  bu kısımdan ibaretmiş. Sonradan büyümüş. Haram-al-Sharif muallak kayayı çevreleyen tüm alana Memluk ve Osmanlılar tarafından verilen isimmiş. Kubbet-üs Sahra kayanın kubbesi demekmiş, Kubbenin altındaki kaya Muallak" namlı kayaymış. Muallak kaya çok muallakmış. 621 yılında, tam da bugün olan  recebin 27sinde Hz. Muhammed Burak atına atlayıp bir gecede Mekkeden Kudüse gelmiş. Atını şuraya bağlayıp, bu koridordan geçmiş, oradan göğe yükselmiş. Taş heveslenipben de geliyorum diye havalanmış. Gaipten bir ses Portakal, sen burada kal demiş, kayanın kafası karışmış, havada öylece muallak, kalakalmış!
Başka  bir taş hikayesi de Via Dolorosa sonundaki Kutsal Kabir (Holy Sepulcher) veya diğer adıyla Kıyamet Kilisesi'nde var. Via Dolorosa'nın bir ucu, Mescid-i Aksa'ya girmek için geçtiğimiz Aslanlı Kapı'dan başlıyor. Mescide doğru dönmeyip batı istikametinde ilerlerseniz "çile yolu"nu buluyorsunuz. Yaklaşık 600 metrelik bir yol. Her cumartesi günü bu yolda Fransisken rahipleri törensel bir yürüyüş yapıyor lar. Tören, son 5 durağın bulunduğu Kutsal Kabir Kilisesi'nin içinde devam ediyor. Bu duraklar İsa'nın çarmıhı taşırken geçen olayları temsil ediyor ve yol üzerinde bir takım işaretler ve küçük şapellerle vurgulanıyor. Benim orada bulunduğum gün de tesadüfen bir cumartesi günüydü ve kendimi (yine tesadüfen) bir anda, ilahiler okuyarak yürüyen, kahverengi giysili rahipler arasında buldum. Doğrusu fotoğraf çekmeye önce biraz çekindim. Ne de olsa kutsal bir törenin içindeydiler. Grubun en önünde, başında fes olan iki adam vardı. Bu da eskiden kalma bir adetmiş. Vakt-i zamanında, yürüyüş sırasında rahiplerin güvenliğini Osmanlı askerleri sağlarmış. Şimdi bu gelenek, fesli Filistinlilerle temsil ediliyormuş. Kilisenin ön kapısından girer girmez, yerdeki  dikdörtgen şeklinde bir taş dikkatimi çekti. Çekmeyecek gibi değildi. Gül kurusu renkli bu taş Hz. İsa'nın çarmıhtan indirildikten sonra meshedildiği musalla taşıymış. İnsanlar bu taşı görünce cezbeye geliyor, üzerine kapanıp ağlıyor, yanlarında getirdikleri bilumum eşyayı bu taşa sürüp kutsuyorlardı. Muhtemelen döndüklerinde kutsal hediyeler olarak dağıtacaklar. Gelelim arkeolojik gerçeklere. Taşın yerinde önceleri haçlıların, İsa'dan neredeyse bin yıl sonra, müslümanların musalla taşından esinlenerek koydukları bir taş varmış. Sonradan bu taş bitmiş! Gelen giden koparıp götürünce ortada taş kalmamış. Sebebi Kudüs'ten giden taş parçalarının Avrupa'da iyi para etmesiymiş. "Broker" mantığıyla, muallak kaya mı yoksa bu taş mı daha çok kazandırır diye hesapladım. Kesinlikle bu taşa yatırım daha karlı olur! 1810 restorasyonunda aynı yere şimdiki taş konulmuş. Ayrıca geçenlerde televizyonda seyrettiğim bir arkeoloji araştırmasında, kilisenin kalbindeki Golgotha taşının da çarmıhın dikildiği kaya olamayacağı gösteriliyordu. Şu andaki Çile yolu güzergahı da, (zamane fen işleri müdürü tarafından) 18. yüzyılda belirlenmiş. İsrailli arkeologlar buna da bir kulp taktılar. Böyle bir şey hiç olmamıştı diyecekler ama lafı biraz uzatıyorlar...
Miraç gecesi bu yola bir kere daha gittik. Bir gün önceki Mescid-Aksa ziyaretimizde, tüm alan cuma namazına gelenlerle doluydu. İbadet faslı neredeyse 3 saat sürdü. Ortalık çok kalabalık ve hareketliydi. Hatta sonuna doğru hilafet isteyenlerin bir gösterisine de şahit olduk. Pankartlar astılar, konuşmalar yapıldı, coşkulu bir şekilde dualar okuyarak, allahü ekber sesleri arasında uzaklaştılar. Bir de cenaze vardı. Bu cenaze toplantının bir parçası mıydı anlamadık. Tabutun üzeri açıktı. Ellerinde uzun palmiye yaprakları taşıyan gençler, adeta koşar gibi cenazeyi alıp götürdüler. Mezarın üzerine konan palmiye yaprakları kuruyuncaya kadar, ölünün kabir azabını azaltırmış. Cuma gününe kıyasla Miraç gecesi oldukça sakindi. O kadar kalabalık da yoktu. İnsanlar namazlarını kılıp ayrıldılar. Biz de batıdaki Pamukcular kapısından çıkıp önce Ağlama Duvarı'na gittik. Cumartesiydi, Yahudilerin kutsal saydıkları şabat gününün bitmesine 30-40 dakika vardı. Kimlik kontrolünden ve adam boyu turnikelerden geçtik. Kameralara nanik yapıp geniş bir alana çıktık. Burada eskiden, duvarın önünde bir duvar daha varmış. Alan genişlesin diye Osmanlıdan kalan bu duvarı yıkmışlar. Birisi yanımıza gelip uyardı; 30 dakika daha kaldı, lütfen şabat bitene kadar fotoğraf çekmeyin, dedi. Şabat, gökte üç küçük yıldız gözükür olunca bitiyormuş. Duvarın önü yahudilerle doluydu. Musa'nın dördüncü emrini yerine getirmiş, ufak kağıtlara yazdıkları dilekçelerini taşların aralıklarına sokuşturmaya gelmişlerdi. Dördüncü emre her hafta uyup, 6, 9 ve onuncu emirleri es geçmeleri hayret verici. Esasında hayret etmemek lazım, hayret diye yazmam lafın gelişi. Yahudiler on emiri sadece kendi cemaatleri ile ilgili olarak yorumluyorlar.  Örneğin "öldürme!" emrinden anladıkları, başka bir yahudiyi öldürmemek...

Musa bu günleri görseydi ağlamakla kalmaz, "sadece sizi kastetmemişti" diyerek kafasını duvarlara vururdu!  Birisinin ortaya çıkıp, "yanlış anlaşıldım" demesi lazım!

Ağlama duvarından ayrılıp tekrar çile yoluna gittik. Ortalık çok sessizdi. Evlerine döndükleri belli olan bir kaç kişi geçti. Birisi eliyle duvarın bir yerine değip parmaklarını dudaklarına götürdü. Yoldaki dükkanların hemen hepsi kapalıydı. Biz de ortamın dinginliğine uyup konuşmadan yürürken karşımıza bir kahvehane çıktı. Önündeki alçak iskemlelere oturup hem dinlendik, hem de "Turkish" kahvemizi içtik. Çay-kahvehanenin sahibi kahve hasbıhalinden Türk olduğumuzu anladı. Bu bize 10 puan daha kazandırdı. Yanımıza gelip oturdu ve anlattı.

Hulasa;


Ne Filistin insanı ne de yerel rehberler kayanın, taşın derdinde... Ağlama duvarının değil, yaşamlarına örülen duvarların derdinde. Hem soyut duvarları, hem somut duvarları yaşıyorlar. Satsan beş para etmez duvarlara ağlıyorlar. Onlar gizli şifreleri değil, açık ve de apaçık Filistin sorununu anlatıyorlar. Oraya gelen insanların hayalleri değil gerçekleri öğrenmesini istiyorlar. Üstünde bulundukları Mescid-i Aksa’nın altının oyulduğunu, arkeolojik çalışma kisvesi altında yeni dehlizler açıldığını, dehlizlerin Kubbet-üs Sahra’nın altına kadar uzandığını, bir gün tüm alanın çöküp yok olacağını söylüyorlar. Yaşam zorluklarından bahsediyorlar. Bu yaşam zorluğu dediğim, sizin bizim bildiğimiz geçim zorluğundan çok fazlası. Tam anlamıyla bir yaşam ve yaşama sorunu. Anlamayanlar veya Kudüs’ü sadece müslümanların ilk kıblesinden ibaret sananlar için  “Yaşam” kelimesini biraz daha açalım.

BEŞİNCİ KISIM; DUVARLAR




Duvarlar duvarlar
Ötedekini
beridekinden ayıran duvarlar...




El Halil ve Beytlehem’e gidiş

Gezimizin ikinci günü programımızda El-Halil ve Beytlehm (Bethlehem) şehirleri var. El Halil (Hebron) şehri , tıpkı Beytlehm, Eriha, ve Ramallah gibi, İsrail'in "west bank" adını verdiği batı Şeria'da, Filistin otoritesine bağlı bölgede bulunuyor. Kudüs’ten 30 km uzakta. Özelliği, Bizim grup için özelliği İbrahim Camisinin burada bulunması. Genesis kitabına göre; 3700 yıl önce Hz. İbrahim burada eşi Sarah'ın cenazesini koymak için bir mağara satın almış. Sonradan bu alana Hz. İbrahim Camisi yapılmış. Haram El Halil de denen caminin içinde Hz. İbrahim, eşi Sara, Hz. İshak ve Hz. Yakup’a ait sandukalar var. İçlerinde ne var bilmiyorum. Kudüs'ün sadece 8 km güneyindeki Bethlehem'de ise Hz.İsa'nın doğduğu mağara üzerine yapılan "Nativity" Doğuş Kilisesi görülecek. Şehrin isminin etimolojik kökü enteresan; Beth veya Beyt ev, Bet lahm (lahmacundaki lahm) et evi, Bet lehem ise ekmek evi anlamına geliyor.
Yola çıktıktan kısa süre sonra Batı Şeria’yı çevreleyen duvarları gördük. Şimdiye kadar 7 metre yüksekliğinde 760 km duvar örülmüş. Yol üzerinde de kontrol noktaları var. Buralardan geçebilmek için önceden izin almak gerekiyor.  İzin alamazsanız, turist olsanız bile işiniz zor. Örneğin daha güneydeki Masada bölgesine giderken, İsrail bölgesinde olduğu halde, kestirme yol Filistin bölgesinden geçtiği için, İsrail yetkililerinden izin almak gerekiyor. Bu takdirde yol 60 km kadar sürüyor. İzin alamazsanız gideceğiniz yol, Şeria’ya girmeden çevresini dolanacağınız için 160 km oluyor. Duvarın ne kadar engelleyici olduğunu görebilmeniz için bir harita bulup yan tarafa koydum. Açık gri ile gösterilen yerler Filistin kontrolünde olan yerler. Haritada otobüs ulaşım ağı gösterilmiş. Açık gri bölgelerde oturan Filistinlilerin bu ulaşım hizmetinden yararlanabilmelerinin zorluğu çok net görülebiliyor. İlle de binmek istiyorlarsa İsrail yönetiminden izin almak zorundalar. Zengin olmak da pek fazla bir şey değiştirmiyor. Bir örnek vereyim. 
El Halil’de yaşayan Zengin bir Filistin tüccarısınız. Arabanız var, benzininiz var, paranız, herşeyiniz var ve Kudüs’e gitmek istiyorsunuz. Soruyu sorunları test usulü çözebilen halkım için özetliyorum; El-Halil’den Kudüs’e arabanızla kaç saatte gidersiniz? Şıkları görelim; a) 3 saat, b) 1 saat, c) 5 saat d) hiçbiri. Sizin yerinize düşünüyorum. Cevap “a” olamaz, bu caydırıcı şıktır, “b” olsaydı kolay olurdu, içimden bir ses “c” diyor, “d” hem saçma, hem anlamsız! Sevgili halkım, doğru cevap maalesef hem saçma, hem anlamsız “d” şıkkı. Çünkü sorudaki kilit kelime; arabanızla… Filistinliyseniz, Filistin bölgesinden çıkıp Kudüs’e kadar kendi arabanızla gitmeniz mümkün değil. Kontrol noktasında arabanızı terketmek zorundasınız. Evraklarınız kontrol ediliyor ve yaya olarak duvarın diğer yanına geçiyorsunuz. Ondan sonrası allah kerim.
Diğer bir örnek National Geographic Haziran 2009 sayısından. Hristiyanların durumu da pek farklı değil. Kısaltarak naklediyorum:
"Mark Beytüllahim'li. Batı Şeria'dan. Yani kimlik belgeleri Filistin Yönetimi tarafından verilmiş ve bu ziyaret için de İsrail'den izin belgesi alması gerekiyor. Ailesi Eski Kent'te yaşayan Liza ise İsrail kimliği taşıyor. Bu nedenle, beş yıldır evli olmalarına ve Kudüs banliyölerindeki bu apartman dairesini kiralamış olmalarına rağmen, İsrail yasalarına göre aynı çatı altında yaşayamıyorlar. Mark, anne-babasıyla Beytüllahim'de yaşıyor. Aradaki mesafe dokuz kilometre ama, aralarında İsrail'e ait bir kontrol noktası ve Duvar olarak bilinen yedi metre yüksekliğindeki beton bariyer var
...İsrail'de ya da Filistin topraklarında yaşayan herkes için stres, yaşamın bir parçası. Ama 1894'te nüfusun yüzde 13'ünü oluştururken bugün genel nüfus içinde yüzde 2'nin altında bir orana sahip olan ve toplam sayıları 196 bin 500 kişiden oluşan Filistinli ve İsrailli Arap Hıristiyanlar, gergin İsrailli Yahudiler ve gergin Filistinli Müslümanlar arasında, benzersiz bir şekilde oksijene aç bir alanda yaşıyor."

El Halil kentinde Halilül Rahman camisine gidiyoruz. Otobüsten indikten sonra 15 dakika kadar yürümemiz gerekiyor. Çarşının içinden geçiyoruz. Hiçbir özelliği olmayan sıradan dükkanlar, evler vs. Yol giderek daralıyor. Bir yerden sonra dükkanların çatı seviyesinde, üstümüzde bir tel örgü beliriyor. Tel örgülerin yan tarafında dikenli teller var. Birisine sordum. Yahudiler sokaktan geçenlere bazen taş filan atıyorlarmış. Teller onun için yapılmış. Derken yol iyice daralıp tünel haline geliyor. Karşımızda gene bildik, adam boyu turnikeler, makineli tüfekler, dik dik süzen askerler... Caminin yanında iki yol daha. Bizimle ilgili değil. Buradaki halkla ilgili. Bize sadece bir gün, onlara her gün... Birinde tel örgülü bir kapı. Diğerinde bir turnike daha. Turnike tek yönlü. Girmek var dönmek yok. Dönmek var ama izne tabi. İzin yukarıdaki tel örgüden geliyor. Asker aşağı bakıyor. Bu geçebilir diyor. Turnike ters dönüyor. Çocuk geçiyor. İçeri su taşıyor. Bu geçemez diyor. Kadın paketi demirlerden içeri uzatıyor. Biz neredeyiz? İçerde miyiz? Dışarda mıyız? Neresi içeri oluyor? Camiye gitmiyor muyduk? Namaz? Din? İnanç? Bir allah? Aynı peygamber? Aynı hazret, Hazreti İbrahim filan? Bir turnike daha, gene İsrail askerleri, gene dik bakışlar... Nasıl bir yere geldik? Anlatayım.

1994 yılında fanatik bir İsrail'li İbrahim Camisi'nde dua eden Filistinlileri öldürmüş. Bunun üzerine Filistinliler buradaki güvenlikleri için İsrail'den garanti istemişler. Tekrar tekrar şiddet olayları yaşansa da 15 Ocak 1997 tarihinde Hebron protokolü imzalanmış. Buna göre İsrail askerleri El Halil'in %80'inden çekilmiş. Şehir H1 ve H2 olarak ikiye ayrılmış. Tamamen Filistinlilerden oluşan H1 bölgesi Filistin yönetiminde kalmış. 400 Yahudi ile 40.000 Filistinlinin yaşadığı H2 bölgesi İsrail yönetimine verilmiş. Eşitlik diye buna derim. Kardeşlik neyse de, özgürlük nasıl olacak?
Aslında, Hebron'a özgüymüş gibi gözüken bu H1-H2 bölünümü İsrail'in her yerinde geçerli. Sayı hesabıyla, bakın 1 numarayı da size verdik, daha ne istiyorsunuz durumu...

İsrail'in tamamı F1 adalarından oluşan bir İ2 okyanusu. Size internette bir web sayfası öneriyorum. "Visualizingpalestine" Burada ayrımlı yol sistemi "segregated road system" diye bir kısım var. Bir nevi "tahsisli" yol. Fakat kelimenin ayrılmaktan daha sert, tecrit gibi bir anlamı daha var. Ben buna ırk ayrımı gibi bir anlam yükledim. Resme bakınca sorunun ne kadar kördüğüm olduğu bir bakışta görülebiliyor. Filistinliler ve İsraillilerin plakaları farklı renkte. Plakanın rengi, hangi yolları kullanabileceğini dikte eden bir kod. Haritadaki diğer kodlar da yolların renkleri. İlk dikkati çeken, sarı renkle gösterilen yolların ne kadar yaygın olduğu. Bu yollar İsrail'lilere vaadedilmiş (!) yollar. Batı Şeria'da bile bazı yollar sadece İsrail vatandaşlarına ayrılmış. İkinci sırada kırmızılar var. Filistinliler kırmızı yolları resmi izinle kullanabiliyor. Yolların Batı Şeria'da olması farketmiyor. Beyaz renkli olanları seçebilirseniz eğer, ne kadar sınırlı olduğunu ve devamlılıkları olmadığını göreceksiniz. Bunlar Filistinlilerin kullanabildiği yollar. Yol Batı Şeria'da olsa bile, bir Filistinlinin iki büyük yerleşim yeri arasında özgürce yolculuk yapma şansı yok. Yol sorunu bu kadarla bitmiyor. Haritanın sağında yolların tipolojisi verilmiş. Onlara da resmin üzerine tıklayıp büyüttükten sonra kendiniz bakın. Benim içim bayıldı...

Meraklısı oyalansın diye bir alıntı yapayım:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (BM, 1948)
...Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da her hangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildiri'de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Bundan başka, ister bağımsız ülke uyruğu olsun, isterse bağımlı, özerk ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke uyruğu olsun, bir kişi hakkında, uyruğu bulunduğu devlet ya da ülkenin siyasal, adli ya da uluslararası durumu bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir...
ALTINCI KISIM: MASADA - LUT GÖLÜ - ERİHA
Üçüncü gün Masada'ya gittik. İzinlerde bir sıkıntı çıkmadığı için kestirmeden güneye indik. Bir süre sonra deniz seviyesini gösteren işareti geçtik ve aşağıya inmeye devam ettik. Yerleşim yerleri bitti, etraf çölleşti, yaklaşık 1 saat sonra Masada'ya geldik. Masada, aralarında bir vadi bulunan iki büyük kayalıktan ibaret. Esas önemli olan doğudaki, 400 metre yükseklik olan kayalık. Bu durumda tabanı Lut Gölü, üst noktası ise yaklaşık deniz seviyesinde oluyor. Dağın eteklerinde bir alışveriş merkezi ve teleferik istasyonu vardı. Kapıda bizi Masada sığırcıkları karşıladı. Sadece buralarda yaşayan özel bir tipmiş! Gözleri boş boş bakan, zombi kılıklı tuhaf kuşlardı. Başka kuşların buraya yaklaşmaması gayet normal.

Kayalığın tepesi romboid şeklinde, gayet düz bir plato ve kenarları kale surları ile çevrili. Masada kale anlamına geliyor. Rivayet o ki, Kral Herod burayı icabında kaçıp gelir, bi yerinde saklanırım diye yaptırmış. En kuzey ucuna, kartal yuvası gibi bir yamaca da sarayını oturtmuş. Herod burada keyif sürmüş mü bilmiyorum. Bana keyif sürülecek bir yerden çok, inziva yeri gibi geldi. Kayalığa doğal yollardan çıkmak imkansız denecek derecede zor. Bizim aramızda bu imkansızı başarabilecek inatta sadece Ayşe vardı. Onu zorla ikna edip teleferiğe bindirdik. Biraz sonra plato kısmında, surların içindeydik. Kalenin gezi düzenini çok iyi ayarlamışlar. Yürüyüş patikaları belli bir mantık sırasıyla işaretlenmiş ve her önemli kısmın önüne, gerçekte olması muhtemel şeklinin maketini yerleştirmişlerdi. En üst noktaya çıkıp etrafa baktım. Doğuda Lut gölü, biraz kuzeyde En-Gedi yerleşimi gözüküyordu.
Kudüs'teki ikinci tapınağın Romalılar tarafından yıkılmasından sonra (MS 70) bir grup Yahudi burayı Romalılara karşı bir direniş üssü olarak kullanmış. Romalılar da gelip Masada'yı kuşatmışlar.  Sarnıçlar vs ne kadar büyük olsa da, direniş ancak 2-3 ay sürebilmiş. Sonunda Romalılar kaleyi almışlar. İçeri girdiklerinde kaledeki direnişcilerin topluca intihar ettiklerini görmüşler. Masada efsanesi böyle başlamış. İnternete bakınca olayın teferruatını ayrıntılı olarak bulmak mümkün. Kaç kişiymiş, nasıl ölmüşler, atlamışlar mı, boğazları mı kesilmiş hepsi mevcut. Çünkü israil'liler bu efsaneye çok önem veriyorlar. İsrail ordusunun ilk üç aylık eğitim sürecinden sonra yapılan törenlerde, askerler geceyarısı bu dağa tırmanıyorlar ve yemin ediyorlar; Masada asla tekrar düşmeyecek! Bir yerde, sporcuların bile büyük şampiyonalara böyle uğurlandığını okumuştum...
Romalı ve Filistinli sporcuların işi zor...
Dönüşte teleferiğin alt istasyonundaki dinlenme yerinde, hediyelik eşya seçer gibi yapıp oyalandık. Yukarıdaki korkunç sıcaktan sonra burası bir vaha gibiydi. Klimayı kastediyorum. Biraz soluk alıp rahatladık.
Masada'dan sonra Lut gölü'ne geçtik. Gölün batı kıyısı boyunca sadece tek bir tesis vardı. Ürdün tarafıyla karşılaştırınca, hem sayı hem nitelik olarak son derece yetersizdi. Filistin yönetimi tarafında olması, muhtemelen yatırım yapılamasının başlıca sebebi. Bulduğumuz tek tesiste göle girenler oldu. Geçen sene Ürdün tarafında denemeseydim ben de mutlaka girerdim. Bu sefer bir çam ağacının altına uzanıp, daldaki kozalakları saydım. Uyumuşum...
Sırada Eriha var. Lut gölü boyunca kuzeye çıktık. Sağımızda Ürdün sınır kapıları solumuzda yer yer, tepelere yerleştirilmiş füze rampaları vardı. Bir yerde iki kayanın arasında uzun boynuzlarıyla bir dağ keçisi gördüm. Bir iki salise sürdü sürmedi. Tüm yolda füze rampasından başka bir şey görmemiş olsaydım üzülürdüm.
Eriha kuş bakışı bakınca diğer bütün yerleşkelerden farksız, sıradan bir  ortadoğu şehri. Tevratta adının nasıl olup da "palmiye ağaçlarının şehri" diye geçtiğiniz anlamak zor. Bizim için önemi burasının, dünyanın ilk yerleşkelerinden biri, belki de birincisi olması...  
Otobüs teleferik istasyonunun önünde durdu. Masada'dakinden sonra son derece ilkel bir yerdi. Teleferiğe atlayıp Eriha arkasındaki tepelere doğru yükseldik. 350 metre yükseklikte, bizim Sümela Manastırını andıran, "Temptation" Manastırı var. İsa vaktiyle burada 40 gün 40 gece oruç tutmuş. Sebebini merak eden açsın baksın. Manastır aynı isimli tepeden Ürdün vadisi ve 3 km kadar uzaktaki Eriha şehrine bakıyor. Sümela'dan daha sonra, altıncı yüzyılda yapılmış. Filistin bölgesinde olmakla beraber ortodoks kilisesi tarafından yönetiliyormuş. Teleferiğin durduğu yerde gayet güzel manzaralı lokanta ve kafeler var. Manastıra ulaşmak için bunları geçip epeyce yokuş çıkmak lazım. Biz ağırdan alınca, bu işi Ayşe yaptı. Biraz sonra geri döndü. Manastırın kapısı kapalıymış. Birisi de; kapalı kardeşim! demiş. Haydaa..
Manastır pazar günleri dörtte kapanıyormuş. Bugün pazar ve saat dördü biraz geçiyor. Kös kös geri döndük. Aşağıda birisi uyarsaydı ya! Kahve içebilirsiniz ama manastıra giremezsiniz deseydi ya!
Eski Eriha kalıntılarını teleferikle inerken ve çıkarken üstten gördük. Orası da kapalıymış. Kalıntıların bulunduğu tepeye Sultan Tepesi diyorlar, "Tell es-Sultan"
Kudüs'e dönüyoruz. Anlatırken bile yorulduğumu hissediyorum. Ritmim yavaşladı. Otobüs de yavaşladı. Tekrar Zeytindağı'nda, oteldeyiz.

YEDİNCİ KISIM: KUDÜS'TEN SONRA

Kudüs'ten ayrıldık. Tekrar Eriha tarafına gideceğiz. Bunun anlamı; günümüz bol bol duvar seyrederek başlayacak. Önce ağlama duvarına kısa bir ziyaret, sonra yola çıkış, duvar,  dikenli tel, duvar, Musa'nın makamına kısa ziyaret, tekrar yola çıkış, duvar, yol, mola, deve, oturan deve, tuvalete kısa ziyaret, yol, duvar, sıcak, tekrar duvar, utanç duvarı, utanç kapısı, utanç balonları, solda Eriha, sağda Ürdün, bi yerin sınırı, bi şeyin çıkışı, bi şeyin kontrolü, silahlı adamların otobüse dalışı, tırnak kontrolü, silahlı adamların otobüsten inişi, Ürdün sınırı, yine füze, yine sıcak, yine füze, bir dağ keçisi, toprak, kum, sıcak, yine Ürdün sınırı, virgül aralarında incir ikramı, erik, kayısı, sağımız Ürdün, Şeria'dan çıkış, giriş mi çıkış mı, kafam karışık, bi yerde hurmacı, istikamet Taberiye, Taberiye dibinde Ürdün Nehri, Ürdün nehrinin dibinde Yardenit.
Ürdün nehri tuhaf bir nehir. Lübnan sınırına yakın bir yerden çıkıp güneye iniyor, genellikle deniz seviyesinin altında akıp, sonunda Lut gölüne dökülüyor. Aktığı vadinin, Afrika'daki Rift vadisiyle ilgisi var. Anlaşılan vadinin güneyi insanlığın geçmişini aydınlatırken, kuzeyi geleceğini karartıyor. Ürdün nehrinin bu bölgedeki varlığı sınırları ve sınırlar için yapılan savaşları belirliyor. Bakınız; altı gün savaşı! Bu bölgede her keyfe uygun bir yer bulabilirsiniz. İlle de savaş diyenler için; Golan tepeleri. Savaşma, seviş diyorsanız; ılıca ve su sporlarıyla Galilee... Dünyada mekan, ahrette imansa derdiniz, tam Yardenit'e göresiniz...
Yardenit, Ürdün nehrinde İsa'nın John tarafından vaftiz edildiği yer: "...when he came up out of water, immediately he saw the heavens opened and the spirit descending upon him like a dow, and a voice came from heaven: Thou art my beloved son, with thee I am well pleased...". Umarım anladınız. Anlamadıysanız "amin" demeniz yeterli. Duvarlarda her dilden bu yazı var. İnsanlar kendilerine verilen uzun beyaz gömlekleri giyerek suya giriyorlar. Suyu yaralara berelere de iyi geliyormuş, şefin tavsiyesi! Bizden de birileri girdi, ama doğrusu kedi büyüklüğündeki su fareleriyle aynı banyoyu paylaşmak istemedim.
Şöför Nasıra'ya uğrayıp uğramamak konusunda bir hayli kararsızdı. Nasıra'lı İsa işte, ne var bunda? Ben Gazze'li Ahmet'im diye Gazze'ye gidiyor muyuz? der gibi bir hali vardı.

Şoförümüz Ahmet Nasıra'ya uğramak istemedi. Kalemim de istemedi. Ahmet sonunda karar değiştirdi ve Nasıra'ya girdi. Kalemim tereddütte, bir türlü konuya giremedi. İsteyen gitsin, isteyen açsın okusun dedi. Ben yazmam dedi. Neden diye sordum, yoruldum dedi. Yazmaktan yoruldum. Gene kilise, gene cami, bu sefer beyaz cami, İsa'nın koyunu, İsa'nın annesi, Meryem'in kuyusu, yine bir kuyu, yine Cebrail, Cebrail'in müjdesi, müjdenin kilisesi... İsteyen açar bakar. Herkes yazmış, bir de ben yazamam dedi. Haklı, kalemi kapatıp cebime koydum.




SEKİZİNCİ KISIM: BİR BAŞKA ÜLKE, AKDENİZ

Batı Şeria'dan uzaklaştıkça atmosfer yumuşadı. Çer-çöp azaldı, seralar, ekili araziler çoğaldı. Gerilim giderek düştü. Denize giden tatilcilere dönüştük.

Dağ tepe inip çıkarak ilerlerken, karşıda tüm ihtişamıyla Akdeniz gözüktü. Adeta başka bir ülkedeyiz. Bu ülkenin Başkenti Telaviv. En kuzeyinde, Lübnan sınırına 25-30 km mesafede Akka var. İkisinin arasında da Hayfa. Çeşitli tur programlarında bu üçlüye kuzeyde Armageddon ovası ve güneyde Caesaria antik kent ve limanı ekleniyor. Buralarda cami varsa mutlaka biz de uğrarız. Yoksa Allah kerim... Şimdilik ilk hedefimiz Akka’daki Cezzar Ahmet Paşa camisi. Rehber,  Napolyon’u yenen komutan diye sesini yükseltti. Tüm yolcular Osmanlı gururuyla yerlerinden doğruldu. Sanki surların üstünde Ahmet paşa’yı görecekler. Ne de olsa Tarih kitabından akıllarında kalan tek isim, Napolyon’a “dur, buraya kadar!” diyen koca Ahmet Paşa... Deve kasabı diyorum. Hani lakabını da bilsinler diye. Cezzar’ı hepsi bilirler de Cezzar’ın anlamını bilmezler diye… Bir çete savaşında 70 kadar bedeviyi kesince Araplar “cezzar, deve kasabı” lakabını takmışlar. Bizim de çok hoşumuza gitmiş. Osmanlı hoşgörüsü bu olsa gerek…
Cezzar Ahmet Paşa camisinden sonraki 24 saatimiz, yani Telaviv hava meydanına girişe kadar olan kısım,  hızlandırılmış bir metro yolculuğu gibi geçti. Ne yoldan bir şey anladım, ne duraklardan… Woody Allen kursa gidip hızlı okuma tekniğini öğrendikten sonra Tolstoy’un “Savaş ve Barış” kitabını okumuş. Eser hakkında düşüncesini soranlara “olay Rusya’da geçiyor…” demiş. Benim de okurlara söyleyebileceğim bu kadar; Deniz kenarında üç şehir var!
Daha? Diye soranlar için, daha uzun bir cevap; Akka, Hayfa ve Yafa…
Akka’da gideceğiz, gezeceğiz diye söz veren rehbere kanıp gruba uydum. Onlar camide namaz kılarken, elektronik pranga mesafesinde dolaşım. Akşam oldu, otele gittik. Otel deniz kenarındaydı, fakat arada aşılmaz tel örgüler vardı. Yandaki otelden sahile geçerim dedim. Ayşe’yi alıp komşu otele girdim. Orada da Yahudilerin “bat mitzva” eğlencesi varmış. Bu, bar-mitzva’nın kızlar için yapılanı oluyor. Kapıdaki güvenliğe ters ters bakıp içeri girdik. Arkamızdan bir takım sesler, çığırtılar geldi ama kulaklarımızı kapadık. Tam kız tarafı havalarındayız. Fakat denize ulaşma girişimi burada da sonuçsuz kaldı. Tel örgüler, parmaklıklar her yerdeydi. Otelden çıkıp otoparka geçtik. Duvarda bir delik, arazi, kumsal derken denize ulaştık. Oteldeki adamların el kol işaretlerini anlamadık. Sahilde uzun ve keyifli bir yürüyüş yaptık. Güneş Akka kalesi üzerinden battı.
Akka, Lübnan sınırına çok yakın olduğu için akşamları böyle bir güvenlik tedbiri alınıyormuş. Sabah güvenlik elemanları geliyor, parmaklıklardaki birkaç kapı açılıyor ve sahile çıkışa izin veriliyormuş. Kendilerince bir mantığı vardır. Benim için o anda kafesten başka bir şey değildi. Kafesten çıkmam ve dur dedikleri yerde değil de, yürümek istediğim yerde olmam gerekiyordu.
Ertesi sabah otobüslere binip Akka’nın kıyısından şöyle bir geçerek Hayfa’ya doğru yola çıktık. Kalenin dibinden geçerken fotoğraf bahanesiyle inip, 15-20 dakika kadar eski şehre şöyle bir göz attım. Buna ancak göz atmak denir. Diğer tur yolcuları beni beklerken ilk sabır testinden ikmale kaldılar. Bu, rehbere verdiğim bir göz dağı olarak kaldı.
Hayfa’dayız. Şoförümüz şehrin içinde biraz dolaşıp, çıkıp gidecek gibiydi. Sonra; sizi sevdim, bir de Karmel tepesine çıkarayım dedi. Esas amacı meğerse daha önceden anlaşma yapılan yerel rehberi aramakmış. Neyse, bir yerde adamı bulup aldı, Karmel tepesine çıkıp durdu. Durduğumuz yerde, tepeden başlayarak tüm yamaç boyunca, teraslar halinde aşağıya uzanan yemyeşil bahçelerin ortasında, müthiş etkileyici bir tapınak var. Aşkabad ve Şikago’da da buna benzer tapınaklar kurulmuş. Hayfa’dakinin farkı, içinde Bahaullah’ın mezarının bulunması ve bu nedenle, dünyadaki 5 milyon Bahai’nin merkez üssü olması…
Bahaizm, 19. yüzyıl ortalarında İran’da rejim baskısının çok artıp insanların iyice bunaldığı bir dönemde, sizi kurtarayım bari diyen mehdi etrafında toplanan halkın başlattığı bir inanç birliği. Bu pek kolay olmamış tabii. Öğretilerinde, tüm dinlerde olduğu gibi barış ve tarihlerinde bir sürü idam ve işkence var. Bu dinin büyük patronu “Bab” namıyla bilinen Seyid Ali Muhammed, İkinci adamı Bahaullah. İnananlarına da Babi veya Bahai deniyor. Meraklısı ansiklopedilerden bakar, aklı yatarsa “Bahai” olur. Bahai olmanın bir şartı da her ay Hayfa’daki bu merkeze 1 dolar göndermek. Ayda 5 milyon dolar fena para değil. Bu parayla ne bahçeler yapılır!
Karmel tepesinin parmaklıklarına yaslanıp 15-20 dakika etrafı seyrettikten sonra toparlanıp tekrar yola çıktık. Telaviv’le aramızda 2000 yıllık antik bir liman kenti var. Herod’un Caesarea, Türkçesi Kasara antik şehri ve limanı... Burayı görmeyi çok istiyorum. Birkaç kere rehbere söyledim. Duracağız dedi. Hakikaten de durdu, ama nerede?
Önce Kasara ile aynı adı taşıyan, farklı olarak Telaviv sosyetesinin flamingo yolu olan bir yere daldık. Rehber şöyle zenginler böyle zenginler, havuzlar filan diyerek bizi sokak aralarında dolaştırdı. Gittim, tekrar yanlış yerde olduğumuzu söyledim. Rehber bana ters ters baktı. Anladım ki bana kazık atmaya hazırlanıyor. Son uyarıyı tam yol ayırımında yapınca otobüs bir şekilde antik kente doğru yöneldi. Ve kentin kenarında durdu. Duracağım dedi ya, giriş kapısının neredeyse 1 km uzağında, toz toprak içinde durdu. Kapıya kadar yürümeye üşeneceğimi düşündü zahir! Adamın niyeti aşikar; işte burası da antik liman deyip, denizi göstermek, milleti erkenden Yafa’ya götürüp cızlamı çekmek. Ben bir sinirle arabadan inip kent girişine yöneldim. Zeynep de arkamdan…
Tüm gezi boyunca program dışında, yoldaki her camide durduk, arazide durduk, sabırla ibadetlerini yapmalarını bekledik. Program dışı bu duruşlar için ne haber verildi, ne izin istendi, ne de süre verildi. İstediğim sadece bize de verilen sözlerin yerine getirilmesiydi. Bol bol zamanımız vardı ve gidileceği söylenen yerler görülmeliydi. Ben sabır sınavını geçmiştim. Şimdi onların sırasıydı.
Kasara gibi bir antik kenti 30 dakika içinde, adeta koşar gibi dolaştık. Hayıflandığım şey, burasının gerçekten vakit geçirmeye değer bir yer olmasıydı. Hatta içinde aktif bir cami bile vardı. Adamlar kapı girişine yazmışlar; 1-2 saatte ancak şunları, 2-3 saatiniz varsa şunları görebilirsiniz diye. Normal tur zamanını 6 saat olarak yazmışlar. Burası sadece gezmek için değil aynı zamanda hoşca vakit geçirmek için planlanmış bir sit alanı. Bir yanda yüzebileceğiniz bir plaj, güneşlenme terasları, büfe, kafe ve restoranlar, kitaplık, sinema salonu, ne ararsanız var. 2000 yıllık bu harikulade yerden 30 dakikada kaçar gibi ayrıldık. Otobüsteki millet ikinci sınavda da çaktı. Artık bir de kurtarma yazılısı yaparız. Ya sabır millet!
Kurtarma yazılısı mecburen Yafa’da oldu. Yafa, Telaviv’le fiziki olarak da yönetimsel olarak da birleşmiş. Şehrin adı Telaviv-Yafa olarak geçiyor. Bir tarafta uzun bir kumsal, sere serpe güneşlenen, yüzen, bisiklete binen insanlar, diğer tarafta fiyakalı apartmanlar görünce Telaviv’e geldiğinizi anlıyorsunuz. National Geographic, Telaviv’i dünyanın en iyi on plaj şehrinden birisi olarak ilan etmiş. “Out” dergisi de orta doğunun “gay” başkenti! Artık ne ilgisi varsa?
Yafa, daha güneyde bulunan kısım. Burası da eski şehir bölgesi ve kalesi ile ünlü. Geldiğiniz Abdülhamit’in saat kulesini görünce anlaşılıyor. Kulenin sağından, bit pazarının solundan geçip geniş bir kavis çizerek Ermeni kilisesinin önünde otobüsten indik. Bizim rehber uzaktaki bir minareyi kerteriz edip yürümeye başladı.  Jale, 17nci yüzyıldan kalma Al-Bahr camisinin tuvaletini denerken biraz geride kaldık. O sırada başımıza geleceği anladım. Gittikleri yerde 200 yıllık Mahmudiye Camisi vardı. Benim açımdan özelliği, mermer sütunlarının aslında Kasara’dan apartılmış olmasıydı. Güzelim mermer sütunları alıp, sütun başları gözükmesin diye ters çevirerek toprağa gömüşler! Bunu görmeye içim elvermedi ( tek sebep budur, vallahi, billahi ve tallahi!). Saate baktım, otuz dakikam var! Süratle bit pazarına daldım, bitleri izlerken baktım ki izleniyorum. Serap da gruptan ricat edip, saflarıma katılmış. Derken ileride Zeynep ve Ayşe’yi gördüm. Artık Yafa’yı fethedebiliriz.
Eski Yafa sokaklarında müthiş keşifler yaptık. Dar geçitlerde saklanmış resim galerileri, kafeler gördük. Abbara ve taş kemerlerin çevrelediği küçük bir açıklıkta bir portakal ağacına rastladık. Her sokakta bir burç, her burçta bir gelinle karşılaştık. El sallayıp mutlu sona uğurladık (neden sonsa? Ya da son olan ne?). Burçları izleyip burçlar meydanına geldik. Burada geri dönüp portakal ağacını açıklamam lazım. Ağaç herhangi bir ağaç değil. Cin fikirli bir sanatçı, Ran Morin’in eseri. Adam ağacı demirden bir yumurtanın içine dikmiş. Yumurtayı da yerden 1 metre yükseğe sabitlemiş. Şimdi tekrar geri, burçlar meydanına dönüp, dilek köprüsünden geçmemiz gerekiyor. Görüldüğü gibi, iki kere yapılınca geri dönmek, ileri gitmek anlamına da gelebiliyor! Bir de geri giderken, ileri gittiğini zannetme olayı var! Neyse konuyu dağıtmadan Dilek Köprüsü’ne dönelim. Köprünün kenar tutamaklarında oniki burca ait kabartma var. Yapmanız gereken, kendi burcunuzu bulup üstüne el basmak ve bir dilek tutmak. Ufak bir detay; yüzünüz denize dönük olmazsa dileğiniz yerine gelmiyor (muş)! 
Tam vaktinde otobüse dönmek üzereyken parkın bir kenarında toplanmış insan grubu dikkatimizi çekti. 20-25 kadar, Filistinli olmaları muhtemel genç, kızlı erkekli bir çember olmuş, bir şeyler yapıyordu. Merak edip izledik. Erkeklerden her biri sırayla, karşıdaki bir kıza name yakıyor, kız onaylarsa gelip erkeğin elindeki çiçeği alıyordu. Sonrası malum. Erkeklerin arkalarında sakladıkları kağıtlar ve çiçekler, beğendikleri kız için hazırlanmıştı. Derken erkeklerden birisi bizim Serap’a talip olunca, otobüsü bahane edip kaçtık. Millet namazını bitirmiş, saat kulesinin orada bizi bekliyordu. Tahmin ettiğim gibi sadece namaz kılmış, hiçbir yeri gezmemişler. Kendi seçimleri! Sabır sınavına gelince, sınav stresine girdikleri besbelliydi. Yükselen sesleri söylemeyeceğim. Sadece kurtarma yazılısından da çaktıklarını söyleyebilirim.
Sonrası rutin bir tur dönüşü. Hava meydanı, kemerler fora, bozukluklar çantaya, pasaport kontrolü, X-ray,  israil’e özgü arama-oyalama, didik didik didikleme, Türklere özgü poşet ve bilumum nevale, bagaj teslimi, su ve torba geri teslimi, tekrar pasaport kontrolü, uzun koridorlar, tekrar pasaport kontrolü, gidiyoruz işte kardeşim, son kontrol, sonunda geniş bir lobi, son durak, son şekeller sayıldı, agarotlar atıldı, son çaylar içildi, çişler yapıldı, bir tost, çay-kahve, su, soda, 10 şekel daha, bir gecikme, bir gecikme daha, saat geçti geçmedi,  uçak indi inmedi, kalktı kalkmadı ve sonunda kalktı…

DOKUZUNCU KISIM: ZEYTİN DALI

Zeytin dalına sordum; bitti mi?

Cevap verdi; Bitmedi. Bir zeytin dalının hikayesi hiç bitmez.

Zeytin Dağı’ndaki bir zeytin ağacından kopardığım zeytin dalı, ucundaki bir zeytin tanesiyle birlikte, Yardenit’ten aşırdığım kutsal şişenin içinden, kopardığım andaki tazelik ve aynı kızgınlıkla bana bakıyor. Şişede kutsal su yerine gliserin var. Malum, kutsal su ruhları kurtarır, benim zeytin dalımı değil…

Devam etti:

-        Biz oturduğumuz yerden insanları seyreder, köklerimiz olduğuna şükrederiz. Hiçbir zeytin ağacı bir diğerini kökünden söküp atmaz. Dallarımızdaki taneler bizim yavrularımızdır. Hepsi birbirine benzer. Bir ad koymadan, birbirinden ayırt etmeden severiz. Hiçbir zeytin ağacı bir diğerinin yavrusunu yok etmez. Biz onlar için yaşar, onlarla ölümsüz oluruz veya onlar bizi ölümsüz kılar. Hangisini istersen öyle yaz, dedi. 

-          Ben de seni ölümsüz kıldım, dedim. Burada her zaman yeşil kalacaksın. 

-          Beni yanlış anladın, dedi.

Ben zaten ölümsüzdüm. Kudüs’ü ve ondan öncesini gördüm. Nice savaşlar, nice ölümler, nice doğumlar gördüm. Nice tanrının unutulup yok olduğunu, nicesinin tanrı rolüne soyunduğunu gördüm. Dünyanın ne Hazreti Süleyman’a, ne de Sultan Süleyman’a kaldığını gördüm. Savaş çığırtkanlarının barış ödülü aldığını, nice kahramanın sonunda buzdolabı magneti olduğunu gördüm. Ak tolgaları da, çelik miğferleri de gördüm. En son gördüğüm beni koparan bir el, en son duyduğum dalımın kırıldığı andaki acıydı. Sana ancak buraya kadar olanı anlatabilirim. Şu dalımda gördüğün ufacık zeytin tanesi toprağa düşerse eğer, hem benden öncesini, hem de benden sonrasını anlatır sana…


Hem suçlanmıştım, hem de aklım karışmıştı;
-     Nasıl yani? diye sordum. 

-        Zeytini seversin, biliyorum, dedi. Öğrenmeyi de seversin. Şimdi sana bizimle ilgili bir sır vereceğim; Zeytin ağacını ölümsüz kılan bilgidir. Biz bildiklerimizi zeytin tanelerinde saklarız. Zeytinin lezzeti ondandır…

Başını kaldırıp, bir rüzgar bekler gibi durdu ve devam etti:

-          Gövdemiz sağlamdır ama yaşlı gibi gözükür. Soylu duruşumuz yaşımızdan değil, görüp geçirdiklerimizdendir. Zeytin ağaçlarını izlersen bilginin de aynı yoldan geçtiğini görürsün. Düşünür denen düşünenler, önce bizim gölgemize geldiler. Bilinmeyeni bilen bilgeler, zeytin ağacının izini sürdüler. Onlarla aynı suyu içtik, aynı topraktan beslendik. Onlar doğruları önce bize anlattılar. Bilgelerin ve zeytin ağacının ölümsüzlüğü ondandır.
Cinlerle başladık, nerelere geldik. Nasıl biteceğini, bitip bitmeyeceğini merak etmeye başladım. O, şişenin içinde havasız, ben dışarıda takatsiz, zeytin dalını dinliyordum. Sonra anladım ki o hiç susmayacak. Ben ona kulak verdikçe anlatacak. Bunu anlamak beni rahatlattı. Emekliyim, vaktim bol. Yarın, öbür gün, her gün veya bir diğer gün, ne zaman canım isterse, çekerim sandalyemi zeytin dalının önüne, sorarım; sonra?