Bu, iki yıl
aradan sonra New York’a ikinci gidişimiz. Geçen sefer kiraz çiçeklerinin açtığı
erken bahar aylarında gitmiştik ve şimdi kesinlikle anlıyorum ki daha iyi bir
seçimdi. Daha iyi olması sadece kiraz ağaçlarının çarpıcı güzelliğinden
değildi. En önemlisi diğer ağaçların henüz yeşillenmemiş olmasıydı. Çıplak veya
yeni tomurcuklanmaya başlayan ağaçlar görkemli binaları, gökdelenleri örtmüyor,
aksine sivri ve köşeli yapıları yumuşatıyordu. Bunu döndükten sonra baktığım
fotoğraflarda daha iyi anladım. Bu sefer, henüz mayıs ayında olmamıza rağmen
tüm ağaçlar yeşillenmiş ve binaların gövdeleri görünmez olmuştu. Betonla
aramızda adeta yeşil bir kuşak vardı. Bu da bir bakıma iyi bir şey sayılabilir.
Yeni
durumun, yani binalarla aramızdaki yeşil kuşağın diğer bir faydası da boynumuzun
rahatlaması, gözlerimizin çatılardan uzaklaşıp, irtifa kaybederek aşağılara
yönelmesi oldu. Örneğin metronun hemen caddenin altından seyrettiğini, çoğu
durakta trene binmek için 15-16 basamak inmenin yettiğini, engelliler için
engellerin burada da devam ettiğini yeni fark ettim. Bakış açımızın
makulleşmesi şehirle daha “seviyeli” bir ilişki kurmamızı sağladı.
Bunu
hissettiğim ilk anda “Empire State” binasının tepesine çıkmaktan vazgeçtim.
Varsın King Kong çıkmış olsun…
Şehre farklı
açıdan bakmamızın diğer bir nedeni otelde değil, bir New Yorker gibi kendi
evimizde kalmamızdı. Bir haftalık da olsa kendi evimiz sayılır. Ev sahibemizin
yazdığı şekliyle “Bright and Cheery Chelsea Studio” bizi otel havasından
uzaklaştırdı. Ev sahibemiz Jennifer evi hakkında bilgi verirken iki noktayı
özellikle vurguladı; Chelsea “gay”
vatandaşların oldukça yoğun yaşadığı bir bölge. Onun için olaysız, sakin ve
“yumuşak” bir mahalle. Ayrıca hemen yanında polis karakolu var!
Asansör
olmaması problem olur mu? Tabii ki olmaz. Ne olacak, sadece 4 kat! Çiçeklerime bakar
mısınız? Tabii bakarız… Artık bizim de çiçeklerimiz…
NEWYORK’ta ADA TURU
Ya da küçük tur 25, büyük tur 50…
Her
NewYork’lu hayatında en az bir kere Ellis adasına veya Özgürlük Adasına geçmiş
midir? Bilmiyorum. Bildiğim, halen Topkapı Sarayını gezmeyen veya Kız Kulesine
gitmeyen İstanbulluların olduğu. Hatta henüz deniz görmemiş İstanbullular bile
olabilir. Onlara ne derece “İstanbullu” denir onu da bilmiyorum. Bu turistik
bir olgu ve bu yeni dünyada “Lonely Planet”in sözü geçiyor. LP “Must” demişse
olay bitmiştir. Gidilecek ve görülecektir. Bizim için durum biraz farklı. Bizim
2013’ten kalma bir listeyi tamamlamamız lazım. O zaman Sandy Kasırgası yolumuza
taş koymuş ve adalara gidememiştik.
Aradan 2 yıl geçtikten sonra ikinci teşebbüsümüzde
gene Battery Park’a geldik ve bu sefer bilet almayı başardık.
Sonuç; koca
bir hayal kırıklığı… Gitmeseydik de olurmuş hissi…
Bir kere
Özgürlük Heykelini yakından görmenin veya tepesine çıkıp etrafa bakmanın hiçbir
özelliği yok. Tarihini bilmek için de oraya kadar gitmeye gerek yok. Heykelin
önünde tuhaf şekillere bürünüp kendi fotoğraflarını çeken insanları seyretmek
daha eğlenceli… Ayrıca heykeli Brooklyn köprüsünden geçerken seyretmek daha havalı…
Ellis adası 1892 ile 1954 yılları arasında, New York’a gelen göçmenler için bir transit merkezi olarak hizmet
vermiş. Sonra müze haline getirilip ziyarete
açılmış. Buraya kadar iyi, gerisi fiyasko! Battery Park’taki iskeleden feribota
ulaşmak tam bir eziyet! Uzun kuyruklar, üst baş arama, çanta kontrolleri,
manyetik kontrol… Sanki göçmeniz de Amerika’ya yeniden giriyoruz! Ancak feribotta
sakinleştik. “Göçmen müzesi” denen
bomboş binayı şöyle bir dolaşıp döndük.Adeta müze denen
bomboş binayı laf olsun diye şöyle bir dolaşıp döndük. Kasırgadan sonra bütün
havalandırma ve nem ayarlama sistemleri bozulmuş ve hâlâ yapılamamış. Ortaya
bir yardım sandığı koymuşlar, para biriktiriyorlar. Odaları ya boş, ya da
sadece resimler var. Boş camekanların bir köşesinde “aslı buradaydı ama bozulmasın diye depoda duruyor” şeklinde yazılar
var. İki yıldır değişen bir şey olmamış. Bu kadar zamanda bizim cami dernekleri
camisini temeline kadar yıkar, yeniden yapardı!
Resimlerin
birisinde yazılanlar ilgimi çekti. Adaya gelen göçmenler bir takım
kontrollerden geçmeden kabul edilmiyormuş. Mental kontrol de buna dahil.
Testler “yirmiden geriye doğru saymak”
veya toplama çıkartma gibi bir takım basit aritmetik işlemlerini veya
yapbozları içeriyormuş. 1917 yılında bu işlemlerden geçerek Amerika’ya
girebilen Polonyalı bir kadınla 1985 yılında röportaj yapılmış. Kadın şöyle
anlatmış;
“Bize sorular soruyorlardı.
İkiyle birin toplamı kaç eder gibi… Fakat önümdeki genç kıza merdivenleri nasıl
yıkadığını sordular. Aşağıdan yukarı doğru mu? Yoksa yukarıdan aşağı mı? Kız
cevap verdi; Ben Amerika’ya merdivenleri yıkamak için gitmiyorum!”
NEWYORK’un ORTA YERİ ÇARŞI
Onlar geri
dönmemek üzere Amerikanın kapısını zorluyorlardı. Fakat artık geri dönmek de
bir seçenek. Bu yeni duruma turizm diyoruz. Git, gör ve dön! Anlatma kısmını da
ekleyecek olursak bu da “blog”
yazarlığı oluyor…
NewYork’a
neden gittiniz diye soranlara “Türk
Yürüyüşüne katılmak için” diye cevap veriyorum. Bu, muhtemelen NewYork’a
hiç gitmemiş olanların sorusu. Cevabım onları şaşırtıyor. Ben de şaşırıyorum.
Beşiktaş’ın “NYÇARŞI” kamyonunu
görünce havaya girdik diyorum. Tek şartları birer forma giymemizdi. "Mangal Kebap" sponsorlu formalarımızı giyip birer bayrak kaptık ve tempoya uyduk;
Pascal
ile öğrendik biz tombala / Liverpool'un kalesini bombala, Demba Ba / Selam
olsun buradan Pascal Nouma'ya / Demba Ba... Demba baa… Demba Baa…
NewYork’ta
başka millet böyle sebepsiz ve amaçsız, sadece boy göstermek için yürüyor mu
bilmiyorum. Örneğin Brezilya gibi Yunanlılar da yürüyorlar, ama bağımsızlık
günlerini kutluyorlar. İrlandalılar da “St Patrick” gününde yürüyüş yapıyorlar.
Neyse, belki de yapanlar vardır. Benim için iyi tarafı bizim milletin hiçbir
yabancı ülkede kesinlikle asimile olamayacağını görmek oldu.
Yürüyüş
Manhattan’ın doğu yakasında, 47nci sokağın sonundaki “Dag Hammarskjold”
Meydanında bitti. Bir kısım vatandaş buradan Birleşmiş Milletler binasına doğru
yöneldi. Benim niyetim yok. Değil miki Sadi’nin şiirini asıldığı yerden
indirdiler, benim gözümde sıfırladılar. Zaten “endişe” duymaktan başka bir şey yaptıkları da yok. Son olarak
Suriyeli sığınmacılara yaptıkları gıda yardımını da kestiler. Fonları yokmuş!
Sadece endişeleri var! Palmira için endişe, Kobani için endişe, Libya için
endişe, Kırım için endişe! Nereye kadar?
"İnsanlar aynı ruhu ve özü taşıyan bütünün
parçalarıdır. Bir yeriniz acırsa diğer organlarınız da etkilenir. Eğer biri
diğerinin acısını paylaşmıyorsa ona insan denemez”
Sadi-i Şirazi böyle yazmış!
NEWYORK’ta DESTURRR!
Yürüyüşe
katılan Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan Türkleriyle Kırımlılar da gelince
meydan ufak çapta bir Turan coşkusuna sahne oldu. Ziya Gökalp’in ruhu şad
olsun. “Osmanlıyız, geliyoruz” nidaları hafifçe kimlik sorunu yarattıysa da
Mehter başı okkalı bir “DESTURRRR!!!” çekerek milleti hizaya çekti. Bundan
sonrası herkesin cep telefonlarında mevcut. Onun için teferruata girmeyeceğim.
Benim dikkatimi çeken, yüzlerinde hiçbir ifade olmadan etrafı dolduran halkın
arasında sadece bir kişinin coşkuyla müziğe katılması oldu. O da (afedersiniz)
zenciydi! Bu siyah vatandaş tüm konser boyunca tempo tutup adeta müziği yaşadı.
Hatta bir ara sözlerini bile söylediğini zannettim.
NEWYORK’ta SATRANÇ
“High Line’da yürüdünüz mü?” Bu, daha
önce NewYork’a gitmiş olanların soru şekli. Cevabı içinde; Onlar yürümüş. Evet,
biz de yürüdük. Gerçek NewYork’lu olsak yürümezdik. Aklımıza bile gelmezdi. Çocukken hocamız götürmüş olabilirdi…
“Chelsea Market?” Hıı evet, eski bisküvit
fabrikası...
“Meatpacking? Gansevoort?” Ne? Nece? Nerede?
“Highline’dan inince sağda?” Orijinal… “Sushi
yeseydiniz!”… yemedik. Pizza yedik. “Sushi
yeseydiniz!”…
Burada karşı
soru hakkımı kullanabilirdim; “Amorino’da
İtalyan dondurması yediniz mİ? Sekizinci cadde?” Kullanmadım.
“Caz? Hangi kulüpler?” Bu soru sona saklanıyor. Son darbe! İçinde gizli bir “benimki seninkini döver” havası var. Arkasından isimler gelecek, saksocu filan... Onlara “Washington Meydanı” diyorum. Bu bir şaşırtmaca. İçinde caz var ama kulüp yok. Maksat anlatıp da yaşadığımız güzel gecelerin ambiyansını kaçırmamak.
Burası şehirdeki 1900 parktan sadece birisi ve benim en sevdiğim köşe. Parkta yok yok! Köpeklerin serbestçe oynayabilecekleri özel bir oyun sahası bile var.
Birçok filmde de ana mekan olarak
kullanılmış. “Searching for Bobby
Fischer” ve “I Am Legend” gibi...
Stanley Kubrick ise film çekmeye değil
satranç oynamaya gelirmiş. Benim esas ilgimi çeken de bu kısmı. Sadece meydanda
değil tüm çevrede satrançla ilgili bir şeyler var. O nedenle bölgeye “Chess District” deniyor. İşin bir de
maddi tarafı var. Muhallebisine oynamıyorlar. Kaybeden ortaya bir yüzlük
atıyor. Artık anlaşma neyse…
NEWYORK’ta JAZZ
Ya da Dianne Reeves’in söylediği gibi;
CEZ CEZ CEZ! Feeling Jazz…
Geçtiğimiz sene vatandaş parasını nerelere harcamış diye yapılan bir
araştırmada, kültür ve eğlence harcamalarının %8 azaldığı, buna karşılık sağlık
harcamalarının %15 arttığı saptanmış. Buradan, depresyondaki halkımızın içine
kapandıkça sağlığının bozulduğu gibi bir sonuca varabiliriz. Ya da kültür ve eğlencenin halkımız için lüks
olduğu, sağlığına para ayırabilmek için önce bunlardan feragat ettiği gibi bir
yorum yapılabilir. Malum, istatistikler bu işe yarar. Oturur, lastik gibi
istediğiniz yere çekersiniz. Atış serbest. Örneğin diğer bir maddede gıda,
tütün ve içki masrafları nedense aynı grupta değerlendirilmiş. Bu gruptaki harcamalarda
değişiklik olmamış. Şimdi bundan çıkan hangi sonuca bakıp memleketin durumunu
anlayacağız?
Dünyada kültür ve eğlence masraflarının hiç azalmadığı bir şehirdeyseniz
ne yaparsınız? Orası NewYork’sa işiniz kolay. Masrafa katkınız olsun isterseniz
Broadway müzikallerine veya pahalı caz kulüplerine gidersiniz. Memleketin
dövizi ziyan olmasın, dönüşte kendi fakirime, Suriyeli filan da artık bizim
fakirimiz sayılır, onlara veririm diyorsanız, bir de fitre-zekat filan,
parklara gider, açık havada çimlere uzanıp gözlerinizi kaparsınız. Bir süre
sonra kulağınıza mutlaka güzel bir melodi çalınacaktır. İki adım ötenizde ya
genç müzik öğrencileri, ya da ucuz kulüplerden emekli müzisyenler toplanmış, caz
yapıyorlardır.
Bu şehirde caz hiç susmaz. En ummadığınız yerde, tenha bir metro
vagonunda karşınıza çıkar. Pejmurde kılıklarıyla bir köşede oturan üç ihtiyar
aniden kalkar ve bildik bir caz parçasıyla gönlünüzü fetheder.
Burası NewYork! Bir rivayete göre hiç uyumayan şehir. Bu şehirde “happy
hour” bir saatten çok daha uzun. Protesto yürüyüşlerinde bile caz var. Aids
hastaları santral parkta bilmem kaçlık ritmle yürüyor. En şişman ve şekilsiz
gördüğünüz kadın müzik başlayınca Rita Hayword’a benziyor. Village Vanguard’da henüz adı konulmamış bir jazz suit
çalınıyor… Bir
pastanenin sıcak ızgarasını ev bellemiş bir evsiz, kaldırıma dizdiği tenekelerle,
Beşinci Caddede yürüyen kalabalığa ritm veriyor. İçine Buddy Rich kaçmış bir
başkası Houston Sokağında çöp bidonunu dövüyor. Greenwich’te, Jean Baylor’ın
yumuşak sesi “Blue Note”un soluk mavi
bir ışığına karışıyor. Harlemin kıdemlisi Annette, Smoke Bar’da “Misty” söylüyor;
“I’m too
misty, and too much in love”…
Burası
NewYork! Fırtınanın gözü!