28 Haziran 2015 Pazar

İNLEYEN NAĞMELER


Berrak bir nesim ile ürperdi gölgeler
Yıldızlar eski demlere bir nağme besteler


Memlekette en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyen firmaların listesini ararken, Koryürek’in mısralarına rastladım. Tamamen tesadüf! Hem şaşırdım, hem zevklendim. Yapay bile olsa akıl aynı akıl! İstediği zaman kanatlanır, en bilinmeyeni keşfeder, istemeyince uçar, kendi istediği yere konar. Bu sefer de gitti, unutulmuş bir şiire kondu. "Ben de unutursam" diye korktum, bir kenara yazdım. 

Bu yaşta “akıl” dediğiniz böyle bir şey. Hafızayla zoru var. İkisini bir arada tutmaksa bir mucize! 

Yaş ilerledikçe mucizeler de değişiyor. Prostatla ilgili olanları kastetmiyorum. Bu mucizeler beyinle ilgili! Önceleri bir şiiri, sonra bir mısrayı, bir ismi veya simayı, sonra evin adresini ve sonra da kim olduğunuzu hatırlamak mucize sayılıyor.

Akılla hafızanın buluştukları ortak nokta ikisinin de zamanla "uçucu" olmaları! Akıl bir yana, tek başına hafıza kaybı bile olsa, yaşlılarda hastalık kabul edilen bu durum, politikada marifet sayılıyor. Öyle olmasaydı, vaktiyle “Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan profesör var” diye yakınan bir başbakan, hem de bir profesör başbakan, ülkede neden 193 Üniversite olduğunu veya bu üniversitelerde ne iş yapıldığını sorgulardı. Hafızayı geçelim, akıl olsaydı; Matematik, jeoloji ve bilgisayar bilimlerinde neden İran'ın bile arkasında kaldığımızı merak ederdi.

Stratejik Derinlik” sahibi birisi, hafıza kaybı olmasaydı, dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayıp çuvallayan Osmanlının son demlerini de hatırlardı. Hatırlamış olsaydı “AB ülkeleri arasında en iyi durumda dördüncü ülkeyiz” diye övünmez, en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyenler arasında doğru dürüst bir teknoloji kuruluşu olmamasına veya “Sosyal Gelişmişlik” İndeksinde 64'üncü sıraya inmemize dertlenirdi. Hafızayı toparlayacak bir ilaç vardır herhalde. Yoksa da bir çalıya çaput bağlar, ya da iç çamaşırına muska takarız, geçer. Fakat hafıza yerinde de akıl yoksa, yani bu Osmanlılık hevesi kısır politik hesapların sonucuysa (bir ihtimal) onun çaresi yok!

Başbakan “2023 ve daha sonrasını planlıyoruz” diyor. Planlı bir tecavüz hazırlığı var. Osmanlı ağzıyla “taammüden” tecavüz! Aklım mı uçuşuyor, yoksa hafızam mı kaydı? Son planladıkları "Tam Demokrasi" ve bağımsız yargıydı. Bir de "İnsan Hakları" ve "sıfır sorun" meselesi vardı. Etraf kararıyor. Birisi içkime ilaç mı kattı? Nuri Alço? Bizi hangisi uyutuyor?  Mey İçki’yi hatırladım. Kurumlar vergisinde 31'inci sırada. İşte bu, keyif verici bir haber! Pikaba eski bir taş plak, bardağıma çizgiye kadar rakı koydum. Maksat Mey İçki kazansın!

Bakalım bu yaşadıklarımızdan hafızamda ne kalacak?


1 Haziran 2015 Pazartesi

NEW YORK, FIRTINANIN GÖZÜ


Bu, iki yıl aradan sonra New York’a ikinci gidişimiz. Geçen sefer kiraz çiçeklerinin açtığı erken bahar aylarında gitmiştik ve şimdi kesinlikle anlıyorum ki daha iyi bir seçimdi. Daha iyi olması sadece kiraz ağaçlarının çarpıcı güzelliğinden değildi. En önemlisi diğer ağaçların henüz yeşillenmemiş olmasıydı. Çıplak veya yeni tomurcuklanmaya başlayan ağaçlar görkemli binaları, gökdelenleri örtmüyor, aksine sivri ve köşeli yapıları yumuşatıyordu. Bunu döndükten sonra baktığım fotoğraflarda daha iyi anladım. Bu sefer, henüz mayıs ayında olmamıza rağmen tüm ağaçlar yeşillenmiş ve binaların gövdeleri görünmez olmuştu. Betonla aramızda adeta yeşil bir kuşak vardı. Bu da bir bakıma iyi bir şey sayılabilir.

Yeni durumun, yani binalarla aramızdaki yeşil kuşağın diğer bir faydası da boynumuzun rahatlaması, gözlerimizin çatılardan uzaklaşıp, irtifa kaybederek aşağılara yönelmesi oldu. Örneğin metronun hemen caddenin altından seyrettiğini, çoğu durakta trene binmek için 15-16 basamak inmenin yettiğini, engelliler için engellerin burada da devam ettiğini yeni fark ettim. Bakış açımızın makulleşmesi şehirle daha “seviyeli” bir ilişki kurmamızı sağladı. 

Bunu hissettiğim ilk anda “Empire State” binasının tepesine çıkmaktan vazgeçtim. Varsın King Kong çıkmış olsun…

Şehre farklı açıdan bakmamızın diğer bir nedeni otelde değil, bir New Yorker gibi kendi evimizde kalmamızdı. Bir haftalık da olsa kendi evimiz sayılır. Ev sahibemizin yazdığı şekliyle “Bright and Cheery Chelsea Studio” bizi otel havasından uzaklaştırdı. Ev sahibemiz Jennifer evi hakkında bilgi verirken iki noktayı özellikle vurguladı; Chelsea “gay” vatandaşların oldukça yoğun yaşadığı bir bölge. Onun için olaysız, sakin ve “yumuşak” bir mahalle. Ayrıca hemen yanında polis karakolu var! 

Asansör olmaması problem olur mu? Tabii ki olmaz. Ne olacak, sadece 4 kat! Çiçeklerime bakar mısınız? Tabii bakarız… Artık bizim de çiçeklerimiz…

NEWYORK’ta ADA TURU

Ya da küçük tur 25, büyük tur 50…


Her NewYork’lu hayatında en az bir kere Ellis adasına veya Özgürlük Adasına geçmiş midir? Bilmiyorum. Bildiğim, halen Topkapı Sarayını gezmeyen veya Kız Kulesine gitmeyen İstanbulluların olduğu. Hatta henüz deniz görmemiş İstanbullular bile olabilir. Onlara ne derece “İstanbullu” denir onu da bilmiyorum. Bu turistik bir olgu ve bu yeni dünyada “Lonely Planet”in sözü geçiyor. LP “Must” demişse olay bitmiştir. Gidilecek ve görülecektir. Bizim için durum biraz farklı. Bizim 2013’ten kalma bir listeyi tamamlamamız lazım. O zaman Sandy Kasırgası yolumuza taş koymuş ve adalara gidememiştik. 
Aradan 2 yıl geçtikten sonra ikinci teşebbüsümüzde gene Battery Park’a geldik ve bu sefer bilet almayı başardık.

Sonuç; koca bir hayal kırıklığı… Gitmeseydik de olurmuş hissi…

Bir kere Özgürlük Heykelini yakından görmenin veya tepesine çıkıp etrafa bakmanın hiçbir özelliği yok. Tarihini bilmek için de oraya kadar gitmeye gerek yok. Heykelin önünde tuhaf şekillere bürünüp kendi fotoğraflarını çeken insanları seyretmek daha eğlenceli… Ayrıca heykeli Brooklyn köprüsünden geçerken seyretmek daha havalı…

Ellis adası 1892 ile 1954 yılları arasında, New York’a gelen göçmenler için bir transit merkezi olarak hizmet vermiş. Sonra müze haline getirilip ziyarete açılmış. Buraya kadar iyi, gerisi fiyasko! Battery Park’taki iskeleden feribota ulaşmak tam bir eziyet! Uzun kuyruklar, üst baş arama, çanta kontrolleri, manyetik kontrol… Sanki göçmeniz de Amerika’ya yeniden giriyoruz! Ancak feribotta sakinleştik.Göçmen müzesi” denen bomboş binayı şöyle bir dolaşıp döndük.Adeta müze denen bomboş binayı laf olsun diye şöyle bir dolaşıp döndük. Kasırgadan sonra bütün havalandırma ve nem ayarlama sistemleri bozulmuş ve hâlâ yapılamamış. Ortaya bir yardım sandığı koymuşlar, para biriktiriyorlar. Odaları ya boş, ya da sadece resimler var. Boş camekanların bir köşesinde “aslı buradaydı ama bozulmasın diye depoda duruyor” şeklinde yazılar var. İki yıldır değişen bir şey olmamış. Bu kadar zamanda bizim cami dernekleri camisini temeline kadar yıkar, yeniden yapardı!

Resimlerin birisinde yazılanlar ilgimi çekti. Adaya gelen göçmenler bir takım kontrollerden geçmeden kabul edilmiyormuş. Mental kontrol de buna dahil. Testler “yirmiden geriye doğru saymak” veya toplama çıkartma gibi bir takım basit aritmetik işlemlerini veya yapbozları içeriyormuş. 1917 yılında bu işlemlerden geçerek Amerika’ya girebilen Polonyalı bir kadınla 1985 yılında röportaj yapılmış. Kadın şöyle anlatmış; 

Bize sorular soruyorlardı. İkiyle birin toplamı kaç eder gibi… Fakat önümdeki genç kıza merdivenleri nasıl yıkadığını sordular. Aşağıdan yukarı doğru mu? Yoksa yukarıdan aşağı mı? Kız cevap verdi; Ben Amerika’ya merdivenleri yıkamak için gitmiyorum!”

NEWYORK’un ORTA YERİ ÇARŞI

Onlar geri dönmemek üzere Amerikanın kapısını zorluyorlardı. Fakat artık geri dönmek de bir seçenek. Bu yeni duruma turizm diyoruz. Git, gör ve dön! Anlatma kısmını da ekleyecek olursak bu da “blog” yazarlığı oluyor…

NewYork’a neden gittiniz diye soranlara “Türk Yürüyüşüne katılmak için” diye cevap veriyorum. Bu, muhtemelen NewYork’a hiç gitmemiş olanların sorusu. Cevabım onları şaşırtıyor. Ben de şaşırıyorum. Beşiktaş’ın “NYÇARŞI” kamyonunu görünce havaya girdik diyorum. Tek şartları birer forma giymemizdi. "Mangal Kebap" sponsorlu formalarımızı giyip birer bayrak kaptık ve tempoya uyduk; 


Pascal ile öğrendik biz tombala / Liverpool'un kalesini bombala, Demba Ba / Selam olsun buradan Pascal Nouma'ya / Demba Ba... Demba baa… Demba Baa…

NewYork’ta başka millet böyle sebepsiz ve amaçsız, sadece boy göstermek için yürüyor mu bilmiyorum. Örneğin Brezilya gibi Yunanlılar da yürüyorlar, ama bağımsızlık günlerini kutluyorlar. İrlandalılar da “St Patrick” gününde yürüyüş yapıyorlar. Neyse, belki de yapanlar vardır. Benim için iyi tarafı bizim milletin hiçbir yabancı ülkede kesinlikle asimile olamayacağını görmek oldu.

Yürüyüş Manhattan’ın doğu yakasında, 47nci sokağın sonundaki “Dag Hammarskjold” Meydanında bitti. Bir kısım vatandaş buradan Birleşmiş Milletler binasına doğru yöneldi. Benim niyetim yok. Değil miki Sadi’nin şiirini asıldığı yerden indirdiler, benim gözümde sıfırladılar. Zaten “endişe” duymaktan başka bir şey yaptıkları da yok. Son olarak Suriyeli sığınmacılara yaptıkları gıda yardımını da kestiler. Fonları yokmuş! Sadece endişeleri var! Palmira için endişe, Kobani için endişe, Libya için endişe, Kırım için endişe! Nereye kadar? 

"İnsanlar aynı ruhu ve özü taşıyan bütünün parçalarıdır. Bir yeriniz acırsa diğer organlarınız da etkilenir. Eğer biri diğerinin acısını paylaşmıyorsa ona insan denemez

Sadi-i Şirazi böyle yazmış!


NEWYORK’ta DESTURRR!

Yürüyüşe katılan Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan Türkleriyle Kırımlılar da gelince meydan ufak çapta bir Turan coşkusuna sahne oldu. Ziya Gökalp’in ruhu şad olsun. “Osmanlıyız, geliyoruz” nidaları hafifçe kimlik sorunu yarattıysa da Mehter başı okkalı bir “DESTURRRR!!!” çekerek milleti hizaya çekti. Bundan sonrası herkesin cep telefonlarında mevcut. Onun için teferruata girmeyeceğim. 

Benim dikkatimi çeken, yüzlerinde hiçbir ifade olmadan etrafı dolduran halkın arasında sadece bir kişinin coşkuyla müziğe katılması oldu. O da (afedersiniz) zenciydi! Bu siyah vatandaş tüm konser boyunca tempo tutup adeta müziği yaşadı. Hatta bir ara sözlerini bile söylediğini zannettim.

NEWYORK’ta SATRANÇ



High Line’da yürüdünüz mü?” Bu, daha önce NewYork’a gitmiş olanların soru şekli. Cevabı içinde; Onlar yürümüş. Evet, biz de yürüdük. Gerçek NewYork’lu olsak yürümezdik. Aklımıza bile gelmezdi.  Çocukken hocamız götürmüş olabilirdi…

Chelsea Market?” Hıı evet, eski bisküvit fabrikası...

Meatpacking? Gansevoort?” Ne? Nece? Nerede? “Highline’dan inince sağda?” Orijinal… “Sushi yeseydiniz!”… yemedik. Pizza yedik. “Sushi yeseydiniz!”…

Burada karşı soru hakkımı kullanabilirdim; “Amorino’da İtalyan dondurması yediniz mİ? Sekizinci cadde?” Kullanmadım.

“Caz? Hangi kulüpler?” Bu soru sona saklanıyor. Son darbe! İçinde gizli bir “benimki seninkini döver” havası var. Arkasından isimler gelecek, saksocu filan... Onlara “Washington Meydanı” diyorum. Bu bir şaşırtmaca. İçinde caz var ama kulüp yok. Maksat anlatıp da yaşadığımız güzel gecelerin ambiyansını kaçırmamak. 

Burası şehirdeki 1900 parktan sadece birisi ve benim en sevdiğim köşe. Parkta yok yok! Köpeklerin serbestçe oynayabilecekleri özel bir oyun sahası bile var. 

Birçok filmde de ana mekan olarak kullanılmış. “Searching for Bobby Fischer” ve “I Am Legend” gibi... Stanley Kubrick ise film çekmeye değil satranç oynamaya gelirmiş. Benim esas ilgimi çeken de bu kısmı. Sadece meydanda değil tüm çevrede satrançla ilgili bir şeyler var. O nedenle bölgeye “Chess District” deniyor. İşin bir de maddi tarafı var. Muhallebisine oynamıyorlar. Kaybeden ortaya bir yüzlük atıyor. Artık anlaşma neyse…



NEWYORK’ta JAZZ

Ya da Dianne Reeves’in söylediği gibi; CEZ CEZ CEZ! Feeling Jazz…

Geçtiğimiz sene vatandaş parasını nerelere harcamış diye yapılan bir araştırmada, kültür ve eğlence harcamalarının %8 azaldığı, buna karşılık sağlık harcamalarının %15 arttığı saptanmış. Buradan, depresyondaki halkımızın içine kapandıkça sağlığının bozulduğu gibi bir sonuca varabiliriz.  Ya da kültür ve eğlencenin halkımız için lüks olduğu, sağlığına para ayırabilmek için önce bunlardan feragat ettiği gibi bir yorum yapılabilir. Malum, istatistikler bu işe yarar. Oturur, lastik gibi istediğiniz yere çekersiniz. Atış serbest. Örneğin diğer bir maddede gıda, tütün ve içki masrafları nedense aynı grupta değerlendirilmiş. Bu gruptaki harcamalarda değişiklik olmamış. Şimdi bundan çıkan hangi sonuca bakıp memleketin durumunu anlayacağız?

Dünyada kültür ve eğlence masraflarının hiç azalmadığı bir şehirdeyseniz ne yaparsınız? Orası NewYork’sa işiniz kolay. Masrafa katkınız olsun isterseniz Broadway müzikallerine veya pahalı caz kulüplerine gidersiniz. Memleketin dövizi ziyan olmasın, dönüşte kendi fakirime, Suriyeli filan da artık bizim fakirimiz sayılır, onlara veririm diyorsanız, bir de fitre-zekat filan, parklara gider, açık havada çimlere uzanıp gözlerinizi kaparsınız. Bir süre sonra kulağınıza mutlaka güzel bir melodi çalınacaktır. İki adım ötenizde ya genç müzik öğrencileri, ya da ucuz kulüplerden emekli müzisyenler toplanmış, caz yapıyorlardır. 

Bu şehirde caz hiç susmaz. En ummadığınız yerde, tenha bir metro vagonunda karşınıza çıkar. Pejmurde kılıklarıyla bir köşede oturan üç ihtiyar aniden kalkar ve bildik bir caz parçasıyla gönlünüzü fetheder.

Burası NewYork! Bir rivayete göre hiç uyumayan şehir. Bu şehirde “happy hour” bir saatten çok daha uzun. Protesto yürüyüşlerinde bile caz var. Aids hastaları santral parkta bilmem kaçlık ritmle yürüyor. En şişman ve şekilsiz gördüğünüz kadın müzik başlayınca Rita Hayword’a benziyor. Village Vanguard’da henüz adı konulmamış bir jazz suit çalınıyor… Bir pastanenin sıcak ızgarasını ev bellemiş bir evsiz, kaldırıma dizdiği tenekelerle, Beşinci Caddede yürüyen kalabalığa ritm veriyor. İçine Buddy Rich kaçmış bir başkası Houston Sokağında çöp bidonunu dövüyor. Greenwich’te, Jean Baylor’ın yumuşak sesi “Blue Note”un soluk mavi bir ışığına karışıyor. Harlemin kıdemlisi Annette, Smoke Bar’da “Misty” söylüyor;

 “I’m too misty, and too much in love”…


Burası NewYork! Fırtınanın gözü!