4 Kasım 2010 Perşembe

DEMOKRASİNİN ENGELLERİ


Bugün Türkiye’de demokrasi hakkında tartışmalar yapılıyor. Herkes “tam demokrasi” talebinde. Bu ifadenin tek açıklaması, demokrasi uygulamamızda eksiklerin, tutarsızlıkların bulunması.  Herkesi olmasa bile çoğunluğu tatmin edecek demokratik bir yönetim arayışı var. Peki bunun gerçekleşmesine neler engel oluyor? İdeal bir demokrasinin önündeki engeller nelerdir?
Demokrasi yolunda aşılması gereken engeller konusunda bir sürü şey sayılabilir. Sayılıyor da! Burada ben de aynı kolaycılığa saparak bir sürü maddeyi altalta sıralayacak değilim. Benim tercihim sadece tanı koymak değil, tedavisini de yazmak olacak. Sadece yazmak. Çünkü ben bir doktorum, yapmak işi ise siyasetçilere ait…

EĞİTİM SİSTEMİ

Düşünbilim veya felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlarla ilgili yapılan çalışmalardır. Temelinde bir düşünce bilimidir. Anlamının içinde hikmet arayışı da vardır. Fakat bu hiçbir zaman bilginin önüne geçmez.
Orta öğretim için yenilenen eğitim programının ilk ünitesinde, girişteki felsefeyle tanışma kısmını, hikmet kavramı ve felsefe ile hikmet arasında bağ kurma konuları izlemektedir. Hikmet, genel anlamıyla vahiy yoluyla edinilen bilgidir ve böyle bir bilgi sadece kabullenilir, üzerine düşünülmez ve sorgulanmaz. Bu da felsefenin ruhuna ve düşünce sistematiğine aykırıdır. Diğer yandan program içeriğinde din felsefesi, açık bir şekilde bilim felsefesinin önünde gelmektedir. Bu bakış açısıyla yeni yetişen, bilgiye aç, her türlü dış etkiye açık genç beyinlerin özgür düşünme ve sorgulama yeteneklerini kazanması olası değildir. Yapılması gereken; öğrencilere düşünmesini, araştırmasını, soru sormasını öğretmek, bilim felsefesini öne koyarak, inanç dünyasının esaslarını göstermektir. Bu sağlam zemin üzerine siyaset, inanç ve din felsefeleri kolaylıkla inşa edilebilir.
Pedagojide çocuğun yaşına göre verilecek eğitimin şeklinin önemli olduğu vurgulanmaktadır. 12 yaşından küçük çocuklar için soyut kavramların bir anlamı yoktur. Dünya somut gerçeklerden ibarettir. Bir şeyin var olması onu görmesi veya tatmasıyla olasıdır. Kasım ayındaki 18inci milli eğitim şurasında alınan kararlarda ise eğitimcilerimizin bu gerçeği (bilerek) göz ardı ettiklerini görüyorum. 8 yıllık eğitimin imam hatip ortaokullarını ortadan kaldırmasını hazmedemeyenler, 1+4+4+4 gibi tuhaf bir öneriyle din eğitimini küçük yaşlara çekmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Kuran kursları (yatılı-yatısız), tarikat okulları, okul olmadıkları halde, yine tarikat destekli özel yurtlar gençlerimizin geleceğini çeşitli inanç gruplarına bağlamaktadır. İktidardakilerin işine geldiği için sürüp giden bu eğilim son bulmalıdır. Devletin tarikatlara bırakılan bu alanı denetlemekten (veya denetler gibi yapmaktan) öte, inanç odaklı kurumların elinden mutlaka kurtarması gerekmektedir. Din dersleri seçmeli olmalı, belli bir mezhebin öğretisi olmaktan çıkmalıdır. Derslerde ibadet uygulamaları değil din felsefesi konu edilmelidir. 

Gençlerimiz önce öğrenmeli, belli bir düşünsel gelişmeye ulaştıktan sonra, kendi seçimleriyle inanmalıdır. İnanç, bilinçli olarak seçilen bir yol olmalıdır.
Bu öneriler sırasında eğitimi ilk sıraya koymamın sebebi, demokrasinin olmazsa olmazının “laiklik” ve önündeki en önemli engelin insanların kafalarının içinde olduğunu düşünmemdir. Demokrasinin özünde denetleme ve sorgulama vardır. Başkalarının hakları vardır. Çoğunluk hegemonyası yoktur. İtaatkar ve dogmatik eğitim, hikmeti bilimin önüne koyan öğretim laik demokrasinin sadece bugünü değil, yarını için de tehlikedir.
Eğitimin güncel durumu ile ilgili bazı rakamlar, notlar:
  • 1,78 milyon üniversite öğrencisinden sadece 217 bini devlet yurtlarında kalıyor.
  • 150000 öğretmen açığı var. 400000 öğretmen atama bekliyor
  • 150000 sözleşmeli öğretmen düşük ücretlerle çalışarak kadro bekliyor.
  • din kültürü öğretmenlerinin sayısı fen ve sosyal bilim öğretmenlerinin sayısından fazla
  • imam hatip lisesi öğrencileri sayısı 198bine çıktı.
  • kaçak kuran kursu açanlara hapis cezası kalktı. kaçak kursların kapatılması hükmü de kalktı
  • Ders kitapları bedava dağıtılırken, içerikleri manuple edildi. 
  • 100 temel eserin tercümelerinde dini ifadelere ağırlık verildi.
Ve diğer rakamlar...
Bu rakamlar şu anda değişmiş olabilir. Fakat oranların değiştiğini veya uzun süre değişeceğini zannetmiyorum.  İstediğiniz kombinasyonu, ikili eşleştirmeyi yapabilirsiniz. Yorumunu size bırakıyorum.
Türkiye'de 67. 000 okul, 1220 hastane,  6300 sağlık ocağı,  85000 cami , 270 kilise, 100 cemevi, 77000 doktor, 90000 din görevlisi, 1435 kütüphane, 13 kentte devlet tiyatrosu, 81 kentte 3852 kuran kursu var.

Her 60 bin kişiye 1 hastane, 350 kişiye 1 cami, her 900 kişiye bir doktor, 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor. Diyanet İşleri Başkanlığının 2009 bütçesi 22 üniversitenin toplam bütçesi kadar...


LAİKLİK ANLAYIŞI

Dünyada dini otoritenin siyasal ağırlığının azalması ve parlamentoların monarşik iktidarlara karşı durması birbirine paralel bir seyir göstermiştir. On altıncı yüzyılda ilk emarelerini görmeye başladığımız bu eğilimin meyvelerini vermesi yüzyıllar sürmüştür. Din olması gereken sınırlara çekilirken, eşitlik ilkesine dayanan “halk egemenliği” kavramı aynı zamanda laikliğin ve demokrasinin de başlangıcı olacaktır.
Ülkemizde de hilafetten laikliğe, monarşiden demokrasiye geçiş kolay olmamıştır. Daha 1919 yılında, Mustafa Kemal'in notlarında, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devletin yönetim şeklini “cumhuriyet” olarak tanımladığı halde, 1924 anayasasının 2. maddesine “devletin dini islamdır” yazılmıştır. Hilafet 1926 yılında kaldırılmış, son halife yurdu terk etmiş, fakat laiklik anayasaya ancak 5 Şubat 1937’de girebilmiştir. Her şeyi ince ince planlayan Mustafa Kemal demokrasinin laiklikle ilişkisini bilmiyor muydu? Tabii ki biliyordu. Fakat cumhuriyetin kuruluş sıkıntılarını da biliyordu. Şeriat özlemiyle yanan, ilk fırsatta halifeliği tekrar canlandırmak isteyen, halkın din duygularını istismar etmeye hazır onlarca milletvekili vardı. Çok partili demokrasiye geçiş için her teşebbüs genç Cumhuriyet’in temellerini sallıyordu. Bence CHP’nin 6 okunun içinde özel bir yeri olan laikliğin ilk defa 1927 yılında parti programına girmesine rağmen, anayasaya girmesi için 10 yıl daha geçmesinin sebebi de budur. Öncelikle din ve inançların güvence altına olduğu gösterilmeliydi. Bunu daha başlangıçta sağlayan da cumhuriyetçilik ve içeriğindeki demokrasi ilkesi olmuştur.
Laiklik demokrasinin kilit taşıdır. Demokrasiye şekil veren, onu ayakta tutan en önemli unsurdur. Bununla beraber, laikliğin demokrasinin ön koşulu olarak görülmesi bazen yanlış yorumlara yol açmakta ve demokrasimizin olgunlaşmasını önlemektedir. Bunu askeri darbeler sırasında hep beraber yaşadık. Laiklik elden gidiyor bahanesiyle demokrasinin canına okundu. Demokrasi sekteye uğradıkça, sorunlar kendi iç dinamikleri içinde çözülmedikçe, hep baştan başlamak zorunda kaldık. “millet isterse hilafeti bile geri getirir” mantığı ile devleti yönetenler iktidarlarını sürdürebilmek için din tacirliğine soyunup laikliği din düşmanlığı ile bir tuttular. İnanç ve din hegemonyasına giden yolun önü açıldı. Kasıtlı olarak laiklik din ile karşı karşıya getirildi. Demokrasiyi kurtarmak adına dışarıdan yapılan girişimlerden en büyük zararı yine demokrasi ve laiklik gördü.

Laik devlet, yönetme yetkisini halktan alır. Yetki kaynağına yönelik tehdit potansiyeli taşıyan her şeyi kontrol etmek zorundadır. Bu nedenle halkın bireysel din ve vicdan özgürlüğünü de güvence altına almalıdır. Devlet bunu kanunlarla yapar. Dinsel yapılanma ve örgütlenme din temelli cemaatlere bırakılırsa bireysel vicdan özgürlüğü tehlikeye girer. Devleti yönetenler, kamu hukukuyla çözülecek bir konuda diyanetten görüş istemez. Devletin kurumları bir mezhebin sözcülüğünü yapmaz. Dini liderlerden fetva beklemez. Sosyal ve kültürel politikaları laiklik çerçevesinde düzenler. Belli bir mezhebi değil, tüm inançları, sadece oy verenlerin değil, tüm yurttaşların haklarını hesaba katar. Çünkü esas olan insan hakları ve özgürlüklerdir. 

SEÇİM SİSTEMİ

Eski Yunancada "Demos" Halk, "kratia" iktidar anlamına gelir. O devirde demos halkın tümünü değil belli bir sınıfı ifade ediyordu. Bugün ise demokrasi tüm halkı ilgilendirir. İktidarını seçtiği "vekiller"ine belli bir süre için verir. Peki halk iradesi seçimlere tam ve doğru olarak yansıyor mu? Yansıması için ne nasıl bir seçim sisteminin nasıl olması daha iyi olur?

Seçim sistemimizin en anti-demokratik yanı %10'luk baraj oranıdır. 1980 darbesinden sonra siyasi istikrarı sağlamak için askeri yönetimin aklına gelen çözüm meclise az sayıda partinin girmesi, tercihan bu iki partinin de merkeze yakın olmasıydı. O nedenle seçime girebilecek partilerin sayısı bile sınırlanmıştı. Ülke barajına ek olarak seçim çevresi barajı da vardı ve bazı bölgelerde barajın daha da yükselmesine yol açıyordu. Bundan sonra yapılan her seçimde seçim sisteminde değişiklikler yapıldı. İktidara ortak olan her parti kendine avantaj sağlayacak şekilde seçim sistemiyle oynadı. Bu durumda barajı aşamayacağı kesin olan partiler değişik yollara başvurdular. Önce bağımsız olarak aday olup, seçildikten sonra mecliste grup oluşturmak gibi.

2002 yılında meclise girebilen iki parti seçmenlerin ancak %53,5'unun oyunu almıştı. Bu seçimde halkın yarıya yakını mecliste temsil edilememişti. 2007 seçimlerinde ise temsil oranı %81,4'e çıkmakla beraber, oyların dağılımı gene anormal bir sonuç verdi. Çünkü
sistem daha çok oy alan partiyi ayrıca kollamaktadır. Bu tuhaf düzen sayesinde %46,5 oy alan birinci parti mecliste %62'lik bir çoğunluk elde etti (341 vekil). Birinci partinin yarısına yakın oy kazanan ikinci partinin mecliste temsil oranı yaklaşık %20 oldu (112 vekil). Darbe anayasası işe yaramış, güya istikrar sağlanmıştı.

Diğer sorun da bölgesel haksızlıklardır. Giresun’dan milletvekili seçilmek için ortalama 48,000 oy almak yeterlidir. İstanbul 2. Bölgede ise seçilmek için gereken oy sayısı yaklaşık 79,000’e yükselmektedir. Türkiye’de kırsal ve kentsel alandaki seçmenlerin temsil olanakları arasında uçurum vardır. Yüksek tarım destek fiyatları vererek seçim kazanmak isteyen “köylü (veya ağa) tabanlı” partilere ek avantaj sağlanmaktadır. Teoride çağdaşlaşma, sanayileşme ve kentleşmeden bahsederken seçim sisteminin kentlerin aleyhine işlemesi, kentlerin temsil oranını düşürmesi demokrasimizin asıl defektidir ve öncelikli olarak düzeltilmelidir. Eşitlikten, halkların eşitliğinden, eşit temsilden bahsediyorsak, basit bir matematik hesabı doğru yapılmalı, 48000=79000 gibi bir yanlışlığa son verilmelidir. Bu oranın bozukluğu bazı bölgelerde daha da çarpıcıdır.

Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu'nun 11 Mart 2010 tarihindeki toplantısında Avrupa'da seçim barajının yüzde 3-5 arasındaki bir orana düşürülmesi resmen kabul edilmiştir. Ülkemizde bu baraj bence en fazla %3 olmalıdır. Böylece meclise girmek için aranan yapay çözümler son bulur. Kürt sorunu için bir yandan "siyasi çözüm" den bahsedilirken, mecliste temsillerinin engellenmesi gibi bir paradoks da ortadan kalkar. (X) partisine verilen oy, onu hiç hak etmeyen (Y) partisine kaydırılmazsa, halkın gerçek iradesinin meclise yansıması sağlanır, meclis gerçekten "Türkiye Büyük Millet Meclisi" olur.


Bir söz: Demokrasilerde, halkı kendini yönettiğine inandırmak sanatına politika denir (Louis Latzarus)



DOKUNULMAZLIK


Demokrasimize zarar veren uygulamalardan birisi de "dokunulmazlık" kuralının gayet geniş kapsamıdır. Bence dokunulmazlık, olması gerekenden çok daha geniş bir çerçevede uygulanmaktadır. Evet, suçu kesinleşmemiş olan bir kimse, soruşturma ve davasının devam ettiği süreçte suçlu sayılamaz. Fakat adi suçlardan şüphe altında olan bir insanın sizi mecliste temsil etmesini ister misiniz? Gerçekten suçsuz olması da bir şey farkettirmez. Milletvekilliği süresince bu "şüphe" her zaman onu izleyecektir. Umurunda olup olmaması onun kişilik sorunudur. Her yeni seçim ülke için yeni bir umut, ileriye doğru atılmış bir adımdır. Meclisin güvenirliği ve şeffaflığı herşeyden daha önemlidir. Çağdaş, demokrat ve refah içinde bir Türkiye için meclise yürüyen vekillerimiz omuzlarındaki bu şüphe yükünü neden meclise taşıyorlar?

Son bilgilere göre; seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkında kanuna muhalefet, Dernekler Kanununa muhalefet, Basın yoluyla halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek açıkça tahrik etmek, toplantı ve gösteri kanunlarına muhalefet, suçu ve suçluyu övmek, terör örgütü hakkında propaganda ve diğer suçlar ile birlikte mecliste işlem gören veya görecek dokunulmazlıkla ilgili dosya sayısı 634! Beni bu "diğer suçlar" kısmı daha çok ilgilendiriyor. Bu dosyalarda yer alan suçlar şu şekilde:
  • Siyasi Partiler Kanununa muhalefet`
  • Devlet İhale Kanununa muhalefet
  • Vergi Usul Kanununa muhalefet
  • Kooperatifler Kanununa muhalefet
  • Hakaret, görevli memura hakaret ve tehdit, kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret, basın yoluyla hakaret, avukata hakaret, telefonla tehdit
  • Görevi kötüye kullanmak
  • Avukatlık görevini kötüye kullanmak
  • Gerçeğe aykırı mal beyanında bulunmak
  • ihaleye fesat karıştırmak
  • zimmet,
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • Bir kısım kooperatiflere usulsüz arsa tahsis etmek
  • Özel evrakta sahtecilik,
  • evrakta sahtekarlık ve kamu kurumunu dolandırmak,
  • resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • dolandırıcılık,
  • cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak
  • Havaya silahla ateş etmek
  • Taksirle ölüme sebebiyet vermek
  • Taksirle yaralama
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet vermek
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek
Bu suçları işledikleri şüphesi olan bazı milletvekillerimiz şu anda yasama görevlerini sürdürüyorlar. Üstelik çoğunluğu iktidar partisinin üyesi! Bu listenin anlamı şu: kanunları bir yerde hiçe sayan, görevlerini kötüye kullanan, hakaret ve tehditi alışkanlık edinen, doğru dürüst ihale yapamayan, sahtecilik, dolandırıcılık, zimmet, kalpazanlık, çeşitli usulsüzlükler, adam yaralama, öldürme gibi suçlardan henüz aklanmamış vekillerimiz demokrasimizi temsil ediyor ve bizim yaşamımızı düzene sokacak, çocuklarımızın geleceğini etkileyecek kanunların yapımında rol oynuyorlar! (Bu suçların nitelikleri ve çoğunluk gibi nicelik ifadeleri meclis kayıtlarından kopyalanmıştır!!!)

Dokunulmazlık, sadece meclis çatısı altında ifade özgürlüğü sağlayan bir kural olmalıdır. Bunun dışındaki suçların soruşturma ve davaları vekillik süresince ertelenerek zaman aşımına bırakılmamalıdır. Bu hem davacıların mağduriyetini artırır, hem de davalının sırtında bir kambura yol açar. Seçime giren adayların mahkemeleri sonuç alınıncaya kadar kesintisiz devam etmelidir. Aday bu süreç içinde milletvekili seçilirse, vekilliği askıya alınmalı, ancak aklandıktan sonra meclise girebilmelidir. Dava belli bir sürenin üzerine uzadığı takdirde, aynı partiden bir sonraki sırada bulunan aday onun yerine geçebilir. Böylece dürüstlük ve kanunlara saygı ödüllendirilmiş olur. 



YASAMA, YÜRÜTME, YARGI

Devlet yönetiminde genel bir kural olarak Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinden oluşan üçlü kuvvet ayrılığı ilkesi temel alınmıştır. Yasama organı TBMM'dir. Yürütme organı cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur. Yasalara bağlı olarak ülkenin ve hükümet icraatlerini gerçekleştir. Yargı ise yürütmeyi denetleyen ve vatandaşların yasal haklarını kanun önünde koruması için çalışan erktir. Bu üç unsur birbirini devamlı olarak denetler. Birbirinin sahasına girmez. Amaç demokrasidir. Halkın huzuru, güvenliği ve refahıdır. Teorik olarak herkesin kolaylıkla sayabileceği bu özellikler kağıt üzerinde gayet iyi durmakla beraber, pratikte işler nasıl yürüyor, ona bakalım. Bu konunun en yoğun şekilde gündemimize oturması ve tartışılması "anayasa" referandumu sırasında gerçekleşti. "Demokrasi" için bir takım değişiklikler yapılacaktı ve bunların bir kaç tanesi de yasama, yürütme ve yargı erklerini ilgilendiriyordu. Sorun yoktu. Demokrasi gelecekse eğer, boynumuz kıldan inceydi...

Fakat gerçekler neydi? Gerçekten sorun yok muydu? Ya da bir takım sorunlar mı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Evet referandum yapıldı, değişiklikler gerçekleşti ve hemen ilk bir iki ay içinde esas değişikliklerin, iktidar için (muhtemel) sorunların ortadan kaldırılması amacını taşıdığı anlaşıldı.
 
Şimdi, lafı uzatmadan, yeni anayasa taslağı oylanmadan önce yazdığım (başlıklar; anayasa referandumu ve referandum sonrası ) notlardan alıntılar yaparak başlayacağım:
  • Madde 159... Bu maddedeki tuzak bence bakan ve adalet müsteşarının yetki sınırları. HSYK'nın adalet bakanının istemediği bir kararı alabilmesi mümkün olacak mı? Bence olmayacak. Adalet bakanı ve müsteşarı istedikleri savcı hakkında soruşturma açtırabilecekler. Tamamen siyasallaşmaya yatkın bir kadrolaşma! Ayrıca "erklerin ayrılığı" prensibiyle de çelişiyor.  Diğer taraftan, cumhurbaşkanı tarafından atanan ilk 4 üyenin ne kadar gerekli.olduğunu da anlamadım. Bu kurulda bir iktisatcı veya yöneticinin ne işi olabilir? Zaten siyasi ağırlığı temsil eden adalet bakanı ve müsteşarı var. Neden cumhurbaşkanı her kuruma karışmak zorunda? Başkanlık sistemine hazırlık mı? 
  • ...12 Eylül anayasası temel olarak, rejimi korumak bahanesiyle, yasaklarla dolu, devlet otoritesini ve bürokrasiyi bireysel özgürlüklere hakim kılan bir anayasadır. İnsan değil, devlet odaklıdır. Siyasi partiler üzerindeki baskılar, seçim sistemi, barajlar, YÖK, dokunulmazlıklar, işci ve emekçi haklarındaki sınırlamalar hep bu anayasanın sonuçlarıdır. 
  • ...Dolayısıyla anayasanın temel karakteri, hangi parti olursa olsun, istikrar (bu da diğer bir aldatmaca) adı altında, tek parti otokrasisine yol açacak, halen içinde yaşadığımız bu durumun sakıncaları giderek derinleşecek, içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. 
  • Yeni taslak, çoğunluğu elinde tutan partiye (bu parti şimdi AKP'dir, uygulanan baraj sistemi, seçim sistemi  devam ettiği sürece yarın bir başka parti olacaktır) büyük olanaklar sağlamakta, yargı denetimi zayıflamakta, bir anlamda bürokratik egemenliğini pekiştirmektedir. Azınlık, çoğunluğa karşı korumasız kalmakta, hukuk siyasetin etki alanına girmektedir.
Yazımın en başında çözüm önerilerimi yazacağımı söylemiştim. Çözüm; yeni bir anayasa! 
Yeni bir anayasa yazmak, eskisine yamalar eklemekten daha kolay olacaktır...


Şimdi de son 15 gün içinde yayınlanan bazı gazete haberlerinden alıntılar yaparak referandum sonuçlarının günlük hayatımıza yansımalarını görelim:
  • Bir devlet bakanı ve Ergenekon; …bunların hiç eylemi yok, bunlar oturup konuştular demek olmaz. Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı…Yorum (İG); İşsiz ve yoksul insanların suç işleme olasılığı yüksek olduğuna göre onları da toplayıp sağ ellerini şimdiden keselim (mi?) 
  • Bir diğer devlet bakanından TV dizileri üzerine; …cezayi müeyyidelerle, yeni cezalarla bu işi önleyemezsiniz… ; içinde sivil toplum kuruluşları, dernekler, kanaat önderleriyle şikayet sahibi vatandaşların da görev alacağı sivil inisiyatif, bu konuda ilerleme sağlayabilir. Kamuoyunun hassasiyetlerini baskı unsuru olarak yayıncıların üzerinde hissettirecek bir inisiyatif de başarılı olur… Biz bakanlık olarak sekreterya görevi yapacağız…Yorum (İG); sivil inisiyatif, STK vs diyerek toplumcu havası verilen mekanizmanın aslında hükümet kontrolünde bir linç aracı olacağı çok açık. Kanaat önderi de mahallemizin imamı filan olsa gerek!!! 
  • Bir başbakan; "başörtüsünü ulemaya sormak lazım!" Yorum (ulemadan birisi, bir din adamı); "ben bu tür konuların diyanetten görüş sorularak çözüme kavuşturulması değil, özgürlükler paketi olarak çözülmesi gerektiğini söyledim. Dini bir konuda yasal düzenleme yapılırken, diyanetin görüşünün sorulması laiklik ilkesine aykırıdır. Örneğin alkol kullanmak günahtır. Ama içkinin hangi durumlarda suç olacağı siyasetin işidir."
  • Ve yorumu kendi içinde olan haberler:
    • Bir savcı; …istihbarat amacıyla yapılan telefon dinlemeleri mahkemelerde delil olarak kabul edilmeli… 
    • Bir mahkeme; 18 üniversite öğrencisi bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırıldılar. Suçları; okullarında (İTÜ) basın açıklaması yaparak başbakanı protesto etmek!…
    • bir rapor: TMMOB Şehir plancıları odası İstanbul Şubesinin hazırladığı 3. köprü projesi değerlendirme raporu. Bu raporda projenin ulusal ve uluslararası hukuka aykırılıkları, geçiş yollarının yer alacağı bölümlerle ilgili sit kararları var. Fakat yapacak fazla bir şey yok. Anayasadaki değişiklikler Danıştay faktörünü de ortadan kaldırmış durumda.
    • Bir siyasi parti; Bir dizi yolsuzlukla ilgili "deniz feneri" davasında kuryelikle suçlanan RTÜK başkanının yargı karşısında hesap vermesini engellemek için yasa teklifi hazırlayan iktidar partisi, Hrant Dink cinayetinde MİT görevlilerinin ihmali ya da sorumluluğu olup olmadığının araştırılması istemine onay vermedi.
Türkiye'de demokrasi anlayışı, uygulamaları ve yasalar ile ilgili diğer (tuhaf) haberleri, öğrendikçe bu yazının (demokrasinin engelleri) sonuna ekleyeceğim. İleride yazacak haber bulamamak dileğiyle...

Haberlere devam:
  • Hükümet tabiat ve biyolojik çeşitliliği koruma yasası ile yapamadığını, yenilenebilir enerji kaynakları yasasını değiştirerek gerçekleştirdi. Yasa ile milli parklar, doğayı koruma alanları, özel çevre bölgeleri ve su koruma alanları, hidroelektrik santralleri gibi enerji yatırımına açıldı (7 ocak 2011)
  • İslamcı çevrelerde sözü dinlenir bir ilahiyat profesörü (HK); Demokrasi ve islam arasında uyuşma ve uzlaşma olamaz... bunlardan biri varsa diğeri en azından tam uygulama bakımından yoktur... bu sebeple eğer böyle bir düzende yaşamak mecburiyeti varsa müminler, inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkan dahilinde yaparlar... (Yeni Şafak, 9 Ocak 2011)
  • Başbakan, Kars'ta yapılmakta olan "insanlık anıtı" için ucube dedi, ve kaldırılmasını istedi... görüşülmekte olan RTÜK yasası kesinleşirse istediği TV programını da yasaklatabilecek...
  • Mersin Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Meslek Lisesi'nde kız-erkek öğrencilerin 45 santimden fazla yakınlaşmaları yasaklandı (2010-2011 eğitim yılı başı), yemekhaneler ayrıldı. Not: Mersin doğumlu Nüvit Kodallı opera ve bale müziği bestecisidir
  • Elazığ belediyesindeki yolsuzluk iddialarına içişleri bakanı "yok"diyor, soruşturmaya da gerek olmadığını söylüyor (2010 sonu). Bir savcı "var" diyor, danıştaya başvuruyor. Sonuç: meğerse varmış!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder