6 Ağustos 2013 Salı

ADALETİN BU MU?

Silivri mahkemelerinden çıkan kararlar toplumun farklı kesimlerinde farklı yorumlanıyor. İçi acıyanlar kadar, alkışlayanlar da var. Başbakan Yardımcısı her zaman ki üslubuyla; "fazla olduğu söylenebilir" demiş. Veciz sözlerine; "Yakıştırılanlar vardır, yakıştırılmayanlar vardır" diye devam etmiş...

Bizler olayların dışında gibi gözüksek de aslında öyle olmadığını düşünüyorum. "Beni ilgilendirmez!" deme lüksüne de sahip değiliz. Hepimiz aynı torbanın içindeyiz. Hepimiz derken, hani şu tek bayrak, tek dil, tek millet denen cinsten hepimiz değil tabii ki! Ayıptır bölmesi, iktidar nimetlerinden nasibini alamamış olanları kastediyorum. Ya da ince hesapları boş verip, Taksim - Kazlıçeşme ekolleri de diyebiliriz. Hangi grubun torbanın içinde, hangisinin dışında kaldığını söylemeye gerek yok sanırım. Bu ayırımı sayın Başbakan kendisi yaptığı için, Anayasaya aykırı da olsa suç sayılmaz. Ben de yapabilirim. Ben torbanın içinde kalanlardanım. Nasıl girdiğimi bilmiyorum, ama bir şekilde içindeyim. Gücünü rabbinden, desteğini diğer %50'den aldığını ilan edenler, torbanın iplerine iki yandan asılmış, çekiyorlar. Torbanın ağzı yavaş yavaş daralmakta, içerisi giderek kararmakta...

Torbanın içine bakınca hiç kimsenin yüzünü diğerinden daha aydınlık görmüyorum. Bilinmezliğin loş karanlığı aynı kaygıları saklamakta... Fakat benim kaygılarım kişilerle ilgili değil.  Bu kişi bilmem kaç sene ceza aldı, şu almadı, gazeteciler darbe yapar mı, yapmaz mı? Rektörlerin burada işi ne? Genel Kurmay Başkanı müebbet aldı, 18 kişi daha müebbete mahkum, yeraltı dünyasından birisi 10 yılla, diğeri 6 yılla yırttı, el bombası dağıtıcıları beraat etti gibi karşılaştırmalar yapmıyorum. Cezaların ağırlığı, delillerin saçmalığı, siyasi intikam mı değil mi, askeri darbe mi, sivil darbe mi, hukuk hukuklu mu, hukuksuz mu, kararlar yok hükmünde mi, var hükmünde mi, son sözü millet mi söyler, kim söyler? vesaire vesaire... Bunları da tartışmıyorum veya tartışmak istemiyorum. Ben kısaca kaygılarımdan bahsetmek istiyorum.

Ben bu konuda iki tür kaygı taşıyorum. Birincisi şimdiki zamanla ilgili. Bu kaygım, yaşadığımız olayların yeterince anlaşılmayarak, "adaletin bu mu dünya?" arabeskliğine kurban edilmesi.

Diğer kaygım gelecek zamanla ilgili. Kaygım, yaşadığımız bu dönemin ilerideki nesiller tarafından "karanlık" devir olarak adlandırılacak olması. Bütün diğer yaptığımız güzel şeylerin, başardıklarımızın, bireysel ve toplumsal övünç günlerinin unutularak, içine tıkıldığımız torbanın loş ve boğucu havasıyla anılacak olmamız.  Tıpkı ortaçağda Avrupa'da yaşanan dinsel reformların, denizaşırı keşiflerin, hümanist canlanma ve aydınlanmaya giden yolun, engizisyonunun gölgesinde kalması gibi. Engizisyonu biliyorsunuz. Kilisenin tehdit olarak gördüklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan, zalim bir yargılama şekli...

Tesellim ise yaşadıklarımdan edindiğim bilgilere dayanıyor. Dibe vurmak, devamlı düşüyor olmaktan her zaman daha iyidir. Yeniden yükselmek için bir fırsattır. Yeterince dibe inmişseniz ayağınızı sıkıca vurur ve tekrar yükselirsiniz. Burada, bahsettiğim yeterli derinliğe indik mi, dibe ne kadar kaldı bilmiyorum. Etrafıma, gazetelere, televizyona bakıyor, bir ipucu arıyorum. Daha önceleri de ipucu peşinde koştuğum olmuştu. Çok eski değil, geçen sene, zamanın Milli Eğitim Bakanı; "Çocuk arap harfleriyle okumayı öğrenecek ama okuduğu şey Kur'an olacak. Bir müfredat oluşturacağız. Okuyacak ama anlamayacak" demişti. İşte şimdi dibe vurduk demiştim, ama hala düşüyormuşuz. Biraz zaman geçti, Başbakan milli ilaç, milli aşıdan bahsetti. Biz yediğimiz son kroşe ile iplere yaslanırken, Kızılay Başkanı mesajı aldı, helal kandan milli ilaç üretileceğini açıkladı. Alo fetva hattı; helal kandan ne kastedildiğini anlamadıklarını açıklayarak yüreğimize su serpti.

Dibe vurduk, vuruyoruz diye beklerken Taksim olayları, gezi parkı direnişi derinlik sarhoşluğuyla uyuşan ruhlarımıza ilaç gibi geldi. Biraz toparlandık. Gözümüz açılmış, fakat ayağımızı vuracak bir zemin bulamamıştık. Derken ağustos ayı geldi. Ergenekon namıyla maruf davanın kararları açıklandı. Mutlaka bir ipucu yakalarım dedim. Haberler sökün etmeye başladı. Erdoğan; Ergenekon tescillendi, dedi. Bir yazar "işte demokrasi" diyerek arka çıktı. Bunlar yeterli değildi. Bir gazeteci; "Haberal kararı tam bir kurtarma operasyonudur. Müebbetten nasıl döndü, ilginç" dedi. Anlaşılan rüyasında allah ona "müebbet" diye fısıldamıştı. Bu da ipucu sayılmaz. Beş yıldızlı otelde skandal! Önceki gün denetlenen "domuz eti pişiren otel" iftar yemeği de veriyormuş. Bu başka bir konuya ait ipucu olabilir. Otel sahiplerinin hükümetle bir sürtüşmesi filan olabilir. Bunu da geçtim. Başka bir haber gözüme ilişti; Türkiye'de toplam 1818 camide sakal-ı şerif bulunuyormuş. Halk nereden geldiği belli olmayan bu kılları öpmek için uzun kuyruklar oluşturuyormuş. Diyanet eski başkanı; bu ibadet sayılmaz demiş. İbadet sayılmaz ama, ipucu sayılır mı bilmiyorum. Aramaya devam edeceğim. Dileğim bir an önce dibe varmak veya daha iyisi, dibe varmış olmak...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder