6 Kasım 2014 Perşembe

İRAN'A DOĞRU...

İran mı olacağız?

Epeydir bu soruyla başlayan sohbetler bir süre sonra ikinci bir alternatif doğurdu: Malezya mı olacağız? Son altmış yılda katettiğimiz yol bu kadar; Küçük Amerika'dan Malezya'ya yatay geçiş! Biraz yatay, biraz dikey, kerameti kendinden menkul bir güzergâhtan, eğri büğrü, gizli kapaklı tünellerden, dünyevi ve uhrevi kanallardan geçerek layığımızı bulduğumuz (veya bulacağımız) nokta bu: Ya İran'ız ya da Malezya!

Bu tarz endişelerin giderek büyüdüğü yıllarda kesip sakladığım bir gazete kupürünü buldum. Londra'da Arapça olarak yayımlanan "Asharq Al-Awsat" gazetesi "İran'la Türkiye'nin Farkları" diye bir başlık atmış. Tarih 24 Ağustos 2002. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Makalede A ülkesi, B ülkesi diyerek bir dizi rakam sıralanmış. A devletinde düzenli namaz kılan ve oruç tutanların oranı %70. Nüfusun %55'i haftada en az bir kez camiye gidiyor. B ülkesinde ise bu oranlar sırasıyla; %60 ve %12. "A" ülkesinde her yıl müftü olmak isteyenlerin sayısı binleri aşarken, "B" ülkesinde molla olmak isteyenler giderek azalıyor (muş). Müftülükten bahsettiğimize göre "A" ülkesi Türkiye oluyor, "B" ise İran! Garip ama gerçek. Kum, Meşhed ve Tahran gibi kentlerde on beşinci yüzyıldan bu yana faaliyet gösteren dini medreseler öğrenci yokluğundan kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Darısı imam-hatiplerin başına. Rakamlar oldukça doğru. Örneğin gene bu anketlerde halkın %43'ü seçimde "islamcı" AKP'ye oy vereceğini söylemiş. AKP'ye islamcı diyen ben değilim, Alman şirketi ANAR. 

Gene İran'a dönelim. Nerede kalmıştık? İran olmak veya olmamak! Bütün mesele bu değil aslında. Mesele, İran olmanın kötü bir şey olup olmadığı! Bazı bakımlardan adamları takdir etmiyor değilim. Büyük devletlere yaltaklanmadan onurlu bir dış siyaset güdüyorlar. Hırsızı, sahtekârı başlarına bakan yapmıyorlar. Yıllardır devam eden ambargoya rağmen kendi yağlarında kavrulup gidiyorlar. Neyse, bu konular sakız gibidir, çektikçe uzar. Amacım karşılaştırmalı siyaset yapmak değil. Sosyal analiz hiç değil. Medyada her konuda ahkam kesmeye hazır yüzlerce "bilmiş" adam var. Bu işleri onlara bırakıp ilim-bilim durumlarına dönmek istiyorum. Malum, ileriyi görmek istiyorsak bilim ve eğitim konularına bakmak lazım. İleriyi görmek gibi bir derdiniz yoksa, işleri Allah'a havale edersiniz olur biter...

Kesik gazete parçalarını karıştırmaya devam ediyorum. Yıl 2008. TÜBİTAK'a göre Uluslararası bilim indeksine giren Türkiye kökenli bilimsel yayın sayısı 120bin. Etki değeri 4,55. Aynı dönemde Yunanistan'dan yapılan yayın sayısı 101bin. Etki değeri ise 8,06. Yunanistan'ın nüfusu 10 milyon. Neyse, Yunanı boş verip, dişimize göre bir rakip bulalım. Kolay, gene İran'a bakalım. İran'da 44 üniversite var. Onları kelle hesabıyla geçeriz. Fakat bu da ne? Başlıkta "Bilimde İran Türkiye'yi geçti" yazıyor. "Türkiye bazı bilim dallarında hâlâ büyük farkla İran’ın önündedir: 2012 yılında tıpta Türkiye’nin bilimsel yayın sayısı 12.710, İran için bu sayı 7.711’dir. Ekonomi, işletme gibi dallarda da Türkiye açık ara önde. Fakat sıkı durun: 2012 yılında matematikte Türkiye 1.557, İran 2.356’dır! Bilgisayar bilimlerinde Türkiye 1.354, İran 2.354’tür! İran’ın daha büyük farklarla önde olduğu petrolle ilgili dalları saymıyorum. Fakat İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine yeterince entegre olamadığı için, bu bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını gerçekleştiremiyor..." 

Militan siyaset? Bu da ne demek? Kafam giderek karışıyor. Akıl akıl, gel peşime takıl (!) Türkiye mi İran olacaktı neydi? İyi miydi, kötü müydü, neydi, nasıldı? Yoksa İran Türkiye mi olmuş? Militan siyaset? Bu ülke Türkiye olmasın?

Prof. Dr. Celal Şengör; "İran’da gerek jeoloji servisinin, gerekse de petrol şirketinin yaptığı jeoloji, Türkiye’de MTA’nın ve TPAO’nun yaptığı jeolojiden her zaman daha kaliteli olmuştur. Bunun nedeni İranlılar bu iki kuruma ülkenin ihtiyaçları açısından, biz ise politik açıdan bakmışızdır her zaman. Çok yakınlarda MTA’da benim yönlendirmem ile işe başlayan iki öğrencim, daha iki sene olmadan pes ettiler, ayrılmayı düşünüyorlar. Nedeni ise çevrelerindeki kalitesiz personelden çektikleri. Genel Müdür bu sene sonunda emekli oluyor. Ondan sonra MTA’nın başına gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.”

Demek ki memlekette işler kötü gidiyor. İran kadar bile olamıyoruz. Yazık. Beceriksizlik ve seviyesizlik zirve yapmış durumda. Ülkenin en büyük kurumları yerlerde sürünüyor. "En büyük kim?" holiganizmi karşılık bulmuyor. İnsan hakları, toplumsal ahlak, özgürlükler birer ütopya! Türkiye, tutuklu gazeteciler ve aydınlar sayısında İran ve Çin'le yarışmakta.  Eğitimde üç yanlış bir doğruyu götürmekte. Üniversiteler epeydir "Yüksek Lise" kıvamında, Hababam Sınıfı'na dönmüş durumda. Sıfır sorun mucitleri sıfır almaktan bıkmadılar, Mahmut Hoca onlardan bıktı. Hafize Ana emekliliğini istedi. Badi Ekrem bile "bunlar adam olmaz" deyip mektebi terketti. Duvarların yaldızları döküldü, bahçeyi ayrık otları sardı. Hepsi gitti, biz kaldık. Biz ötekileriz. Sabretmek zorundayız. Demokratik açıdan en büyük sıkıntı, katlanmak zorunda kalmak. 

İlim-bilim konusunda kalmıştık, konu karıştı. Ekim ayında, Türkiye'nin yedinci Profesör Başbakanı "... Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan profesör var. 12 yılda üniversite sayısı 73'ten 184'e çıktı. Ama öğretim üyesi, ah o öğretim üyesi... Aynı sayısal ve niteliksel hıza ulaşıyor mu? Ulaşmadığı zaman ciddi bir yanılsamayla iç içeyiz." dedi. Biraz şaşırdım, çokça sevindim. Ne dediyse iyi demiş. Fakat mutluluğum uzun sürmedi. Aradan bir ay geçmedi, sayın Cumhurbaşkanı rektörlere, "Devlet hastanelerindeki uzman doktorlarımıza profesörlük imkânı veremez miyiz?" diye sordu.  Rektörler de "Haaşa, emriniz olur" dediler. Cumhurbaşkanına değil de rektörlere üzüldüm.

Bu haber üzerine denecek fazla söz yok, Sözün bittiği yer demek ki buralarda bir yermiş. Bunaldım. Benim biraz dolaşıp gelmem lazım. Avrupa'ya gitsem olmaz. İnsan dönüşte kötü hissediyor. En iyisi İran'a gitmek! Gidip bir bakayım; İran mı oluyoruz? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder