26 Mayıs 2010 Çarşamba

LÜBNAN


Mayıs 2010



Lübnan dağlarının dorukları uzun süre, hemen hemen yaza kadar karla kaplı. Ortadoğuda başka hiçbir yerde olmayan bir şey! Karın rengi, malumunuz üzere beyaz. Yörenin en eski dili olan Aramca ile söylersek; laban! Laban, Lebanon filan derken, işte sana Lübnan….


Suriye gezisi sırasında epeydir planladığım bir konuyu yoldaşlara açıkladım. Önce bütün Ortadoğu ülkelerini gezeceğim. Sonra pasaportumu atıp yenisini alacağım ve yeni pasaportla Kudüs’e gideceğim. Böylece sınır kapılarında bir sürü saçmalıkla uğraşmayacağım. Suriye’yi gördüğümüze göre sırada Lübnan ve Ürdün var. Hemen programı açıkladım; Beyrut, Baalbek, Tuz gölü ve Petra, bunları görsek yeter.


Gittim ve yetmeyeceğini anladım.


“Royal Jordan” hava yollarıyla uçup önce Amman’a indik. Uçağın özellikle renklerini çok sevdim. Amman’da bir gün kalıp, uçakla 2 günlüğüne Beyrut’a geçip tekrar Amman’a döndük. Tur şirketinin neden böyle yaptığını bilmiyorum. Herhalde aynı uçakla gidiş-dönüş yaparak karını artırmak için. Bu programın en çileli yanı ise, hava alanlarında kaybedilen zaman ve gümrüklerdeki bitmez tükenmez pasaport kontrolleriydi. On-onbeş metre aralıkla önünüze çıkan her memurun, laubali bir şekilde pasaportunuzun sayfalarını şöyle bir çevirmesi ne işe yarıyor, anlayamadım. Bir rivayete göre israil damgası arıyorlarmış. Neyse, biz Lübnan’a dönelim.


Gezi öncesi Lübnan için program önerimi turculara gönderirken Beyrut, Byblos, mağaralar, Bekaa vadisi ve Baalbek yazıp, nedenlerini açıklamıştım. Onlar da bu programı aynen uygulayacaklarını söylediler. Uçağa bindiğimizde programı gördüm ve hayretler içinde kaldım; “mağaralar” yerine “mağazalar” yazılmıştı! Suriye’de nasıl gezildiğini gördüğüm için, bunu son derece olağan karşıladım. Anlaşılan, adamlar programa bakmış ve hiç çarşı-pazar göremeyince, bu olsa olsa “mağaza” olabilir demişler. Enteresan tarafı; internetteki sayfalarında, aradan neredeyse bir sene geçtiği halde, hala “mağaza” yazmaya devam etmesi!




Uçakla Beyrut’a yaklaşırken şehri kuzeyden güneye doğru kuş bakışı görmek çok güzeldi. Şehir, Lübnan dağları ile Akdeniz arasına, uzun bir sahil şeridi boyunca yayılmıştı. Şehir kıyı boyunca yoğunlaşıyor, doğuya doğru, dağlarla birlikte yükseliyordu. Dağların dorukları bulutlar arasındaydı. Bulutlardan aşağıya doğru sarkan yeşillik, kıyıya yaklaştıkça yerini evlerin ve beton yığınlarının kirli rengine bırakıyordu. Uçağın iniş açısı çok iyiydi. Kuzeyden güneye doğru seyrederken, hem alçalıyor, hem de şehre yaklaşıyorduk. Kıyı boyundaki yüksek binalar çok net görülecek kadar yaklaşmıştık. Jale pencere kenarında oturuyordu.

- Evleri yeni inşa ediyorlar herhalde, dedi.

- Ne inşası, bunların yarısı yıkık, diğer yarısı da kurşun delikleri ve bomba izleriyle kaplı, dedim. Onun için uzaktan yarı bitmiş gibi duruyor.

Keşke tersi olsaydı. Terkedilmişlikten dolayı "bombalanmış" gibi olsaydı. Terörü önlüyoruz diye boşaltılan köyleri, yakılan ormanları hatırladım, kafam karıştı. Hangisi daha iyi olurdu karar veremedim. Daha doğrusu, iki ihtimali de sevmedim.


Biraz sonra hava alanına indik.


Otobüsümüze binip Beyrut’a doğru yola çıktık. Şehrin içinden geçerken her metrede savaşın sıcaklığını (veya soğukluğunu!) hissettik. Sokaklarda daha dün yeni bir çatışma olmuş gibiydi. Aslında 2006 yılı da dün sayılır! Caddelerin kenarlarında kum torbalarından mevziler vardı. Bu korunaklarda ve ortalıkta, her tarafta tam teçhizatlı askerler ve polisler dolaşıyordu.




Sahil yolunun başladığı bir yerde durduk. Önünde durduğumuz yerin biraz ilerisinde bir heykel vardı. Bu heykel 2005 yılında bir suikast sonucunda öldürülen Başbakan Refik Hariri’ye aitmiş. Arabasında giderken, güzergahının üzerinde bir yerde tonlarca bomba patlatılmış. Başbakan parçalanarak ölmüş. Amerika Birleşik Devletleri bu suikastı (dalga geçer gibi) sedir devrimi olarak nitelemiş. Amcam demişse doğru demiştir. Ne de olsa isim takmakta üstlerine yok! Hatta rivayet o ki; Lübnanlılar bile bir halk devrimi yapıldığına inanmaktaymış. Aklıma tüm savaşların "barış" veya "demokrasi" için yapıldığı geldi, silkinip tekrar heykele döndüm. Heykelin bu şiddet dolu ölümü anlatan hiçbir özelliği yoktu. Sıradan, takım elbisesiyle denize bakan bir adam, bir heykel! Bulunduğu alan bile sıradan. Fakat esas öyküyü hemen biraz ilerideki binalar anlatıyor. Boyasız, sıvaları dökülmüş, cepheleri kurşun izleriyle dolu binalar. Belli ki bir zamanlar Beyrut’un zenginliğinin simgesi olan lüks binalar. Duvarlarda İsrail karşıtı grafitiler, kanayan güvercin resimleri, şeytan şeklinde melekler ve namlusundan Filistin bayrakları çıkan kalaşnikof resimleri… Bu binaları yıkmadan saklamalılar.

Ülkedeki gerilimi, klasik deyişle dış mihraklara, yani sadece İsrail’e bağlamak yanlış olur. Demografik yapıya bakınca ipin ucunu kolaylıkla yakalamak mümkün. Halkın %65’i şii, sünni filan olmak üzere müslüman, %35’i hristiyan. Bayraklarındaki sedir ağacı bir şekilde İncil’e gönderme yapmak için Maruni hristiyanları tarafından kullanılmış. Bunu pek anlamadım ama enteresan bulduğum için buraya ekledim. Mitolojide Osiris’in sedir ağacı, Jüpiter’in ise meşe ağacı ile ilişkilendirildiğini biliyorum. Osiris’in yeniden doğuşu ile Mesih bağlantısı olabilir mi? İncil ve Tevrat'ta sedir ağacının adı sıkça geçtiği için mi? Araştırmaya değer. Lübnan’ın devlet yönetim kademeleri de ilgi çekici. Cumhurbaşkanı hristiyan, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı ise Şiilerden seçilmekte! Al başına belayı! Kim akıl ettiyse helal olsun! Kağıt üzerinde demokrasi gibi gözüken bir tuzak! Zaten başımıza gelenler hep bu “gibi” görünen şeyler yüzünden değil mi? Tuzağın yemi her zamanki gibi din! Tetik mekanizması ise daha basit; önce birbirlerini yesinler, sonra işimize bakarız! Tam bir “kardeşim, burası Ortadoğu!” durumu…


Turumuza dönelim…




Hariri’nin baktığı tarafta, korniş denen sahil yolunun bitimine yakın, denizde Lübnan’ın meşhur kayalarını gördük. Bunlara “güvercin kayalıkları” deniyor. Yan yana iki kaya kitlesi. Bunlardan daha büyük olanının alt kısmında kemer gibi bir açıklık var. Burası herhalde bütün turistlerin durup fotoğraf çektikleri bir yerdi. Gün batımında çok güzel gözükeceğini düşündüm. Fakat güneş alçalmasına daha çok zaman vardı. Ben de herkesle aynı açı, aynı yükseklik ve aynı ışıkla aynı kayanın resmini çektim. Muhtemelen tek farklı şey denizdeki dalgalardı.



Oradan da süratle ayrılıp Byblos antik şehrine gittik. Vaktimiz daralıyordu. Kitaplarda Byblos’un 26 km kadar kuzeyde olduğu yazılıyordu. Biz neredeyse 30 km gitmiş, fakat hala Beyrut’tan çıkamamıştık. Etrafta da kalıntı, kule, kale filan eskiye dair hiç bir şey gözükmüyordu. Karayolunun iki tarafı da yeni yerleşim bölgeleriydi. Antik şehir yolun deniz tarafında olmalıydı. Bu Byblos dedikleri yer neredeydi? Derken, otobüs durdu. Rehber; geldik, dedi. Hayırdır? Nereye geldik? İlk bakışta evlerin arasında kemerli bir çarşı girişinden başka bir şey gözükmüyordu. Byblos nerede?


BYBLOS

Antik Kenan ülkesinin antik şehri Byblos Fenikeliler zamanında, MÖ 5000 yılları oluyor, önemli bir liman ve büyük bir ticaret merkeziymiş. Dünyada devamlı yerleşim yeri olan kalan en eski şehirmiş. Byblos’ta yaşayanlar şehirlerine Gubla, sonraları Gebal diyorlarmış Arapların deyişiyle de Jbail! Yunanlılar her yerde olduğu gibi, burada da isim takma oyununu devam ettirmişler ve Kenan’a Fenike, Gebal’e de, papirüs ticaretinin yapıldığı en önemli liman şehri olduğu için “Byblos” adını vermişler. Bublos, papirus demekmiş. Daha doğrusu, papirusun yenen kısmına papuros, yenilmediği için sepet yapımı ve yazı için kullanılan kısmına bublos deniyormuş. Mısırlılar piramit yapımında kullandıkları sedir ağaçlarını da bu limandan Mısır’a taşımışlar. Bir yerde bu kadar ticaret olunca, hesap-kitap işleri, kayıt-kuyut da o kadar gerekli hale gelmiş ve sonuç olarak ilk lineer alfabeyi de Fenikeliler bulmuş! Byblos’ta, 22 karakterli Fenike alfabesiyle yazılmış, tarihi MÖ 1300’lere kadar giden metinler bulunmuş.


Bibliografi, bibliofili ve İngilizce’deki “bible” sözcüğü de buradan geliyormuş. “paper” da papirustan! Şehir bu kadar eski olunca, doğal olarak efsaneleri de fazla oluyor. Kenan ülkesinin (Canaanite) bu ilk şehrini Titanların en genci ve Zeus’un muhtemel pederi “Kronus” inşa etmiş. Eh, bu kadar yaşlı bir şehre de bu yakışır! Fenike, Asur filan derken bir aralar firavunlar da buraları mesken tutmuşlar. Mesken tutmakla kalmayıp Osiris’in öyküsünü Byblos’a taşımışlar. Rivayet odur ki; kardeşi Seth tarafından tuzağa düşürülen Osiris’in kapatıldığı ve Nil nehrine bırakıldığı sandık burada karaya çıkmış ve Byblos kralı Malkandros tarafından bulunmuş... Yazanların yalancısıyım!



Peki Byblos’ta ben ne gördüm? Her antik şehirde olduğu gibi devamlı bir yıkım-yapım döngüsü, o gitmiş bu gelmiş, bu yıkmış o yapmış öyküleri… Bunlar dinlediklerim. Gördüklerim; antik şehrin kalıntıları, önde, sahile yakın bir yerde dimdik ayakta duran geleneksel bir Lübnan evi, ortada haçlı seferlerinde kalma bir kale, eski çarşı, baharatçılar, küçük balıkçı limanı, limanda gayet güzel kafeler…

Biblos'tan biblo almak lazım diye, sarı takkeleriyle yan yana duran Fenike’li 4 yeşil amcayı gösteren bir biblo aldım. Biblonun altından 22 harfli alfabe çıktı. Adamların dilini bilen kalmadı, ama hala alfabe satıyorlar!

Akşam yemeğini sahilde Beyrut’a ve gün batımına karşı, güzel bir lokantada yedik.



Ertesi sabah hedefimiz Baalbek!



BAALBEK




Hedef Baalbek, fakat hedefe kim gidecek? Ekip dağıldı. Jale dahil 3 kişide barsak bozukluğu var. Diğer bir deyişle cırcır! Ne Jale’nin, ne diğerlerinin yola çıkacak halleri yok. O gün için bir oda tutup onları (maalesef) terk ettik! Akşam dönüşte sağ salim bulmak umuduyla!



Beyrut’u arkada bırakmak zor oldu. Kıyı şeridinden itibaren yükselmeye başlayan tepeler hemen hemen tepesine kadar yerleşim yerleriyle dolu. 86 km yolumuz var. Döne döne yükseliyoruz. Lüks binalar yerlerini daha mütevazi olanlarına terk etti. Yer yer gene delik deşik binalara rastlıyoruz. Bekaa yolunda Beyrut’taki savaşı anlatan (bence) en anlamlı anıtı gördük. Bu anıt da kalabalığın arasında sıkışmış bir anıttı. Beyrut’u kavisler çizerek terk eden yokuşun üzerinde, bir viraj alanına yerleştirilmiş bir anıt. Fakat Hariri’nin heykelinin aksine, çevresindeki öyküyle çelişmeyen, onunla kaynaşan bir anıt. Beton zemine çizilmiş eski kıta resmi ve kıtanın tam Ortadoğu bölgesini delip geçen bir delik, kurşun deliği, havan, top, uçaksavar mermisi, artık ne derseniz…




Bekaa vadisine doğru inişe geçerken çevrede askeri nitelikte yerleşimler artmaya başladı. Sağda solda tanklar, hafif zırhlı araç parkları, yarısı olmayan demiryolu hatları, bombalanmış köprüler, yanmış zırhlı araçlar, tel örgüler, kum torbalarından siperler vardı. Bazı yerlerde yoldaki barikatlar arasından geçmek zorunda kalıyorduk. Şöför; aman fotoğraf çekmeyin, dedi. Bu uyarı bizim için “neden çekmiyorsunuz?” anlamı taşıyordu. Şöför ne bilsin?



Vadide yol alırken refüjde Hizbullah patronlarının posterleri görülmeye başladı. Sakallı sakalsız, ölü diri, üniformalı, formasız portreler… Bu resimler yoldaki silahlı askerler ve barikatlarla birleşince, bizim gibi temiz aile çocukları üzerinde (ister istemez) gergin bir atmosfere yol açıyor. Kafamızı karıştıran, "bu da nesi?" dedirten ise bayraklar!! Evlerin üstlerinde, damlarında ve pencerelerinde bir sürü bayrak dalgalanıyor. Bilemediniz; Filistin bayrağı değil, Arjantin, Almanya filan! Dünya futbol şampiyonası yaklaşıyor ya, favorimiz Almanya, o olmazsa Arjantin…



Vadinin ortalarında bir yerde Filistin mülteci kampı vardı. Bu kamp alanlarında onbinlerce insan, çoluk, çocuk çok kötü şartlarda yaşıyormuş. Ana caddeye açılan kapıda nöbet tutan militanlar dikkatimizi çekti. Aman fotoğraf çekmeyin, dedi şoför. Tabii ki çektik! Filistinliler Almanya’yı tek geçmiş. Plase Filistin!




Vadinin efendisi; Ba’al-bek!





Tanrı Baal’e tapanların merkezi, Selahattin Eyyübi’nin doğum yeri, Fenike’liler tarafından kurulan ve tanrılarla ilgili hikayelerinde, hem kuzey, hem de gizli anlamına gelen "Zafon Kalesi" diye geçen Baalbek! Yunanlıların Heliopolis dedikleri şehir. Ortadoğunun kutsal yazıtlarındaki Cennetin efendisi, Güneş Tanrısının meskeni... Yunan, Roma, haçlılar, Moğollar, Memluklar, Arap, Osmanlı derken diğer tüm antik şehirler gibi yapım-yıkım döngüsünden o da kendine düşen payı almış. 1898’de Alman arkeologlar kazılara, yani kıymetli ne varsa Almanya’ya taşımaya başlamış. Kalan taş toprak 1984’ten beri Unesco koruması altına alınmış.


Burada 3 tapınak var. Bunların en büyüğü, Fenikelilerden kalma bir podyumun üzerine Romalılar tarafından MS 3. yüzyılda yapılan Jüpiter tapınağı. Diğerleri Baküs ve Venüs tapınakları.

En büyük tapınağın Fenikelilerden kalan zemin üzerinde yükselmesi ve Jüpitere adanması sebepsiz değil. Romalılarda Jüpiter, Kenan (Canaan) ülkesindeki Ba’al ayarında bir tanrı. Ba'al; cennetin efendisi, lord, master, sahip... Helenleşen yöre insanı Baal Shamen’i Zeuslaştırmış, Romalılar Jüpiterleştirmiş... Örneğin Fenikeli tanrı üçlemesi Baal, Mot ve Yam, Yunan döneminde Zeus, Hades ve Poseidon’a, Romalılarda Jupiter, Pluto, Neptune’e dönüşmüş.

Baküs tapınağının 18 metre yüksekliğindeki 46 sütunu hala ayakta. Jüpiter tapınağı ise 22 metre yüksekliğinde 54 granit sütundan oluşuyor. Bunlardan bugün sadece 6’sı ayakta duruyor. Romalılar ne Roma’da ne de başka bir yerde bu yükseklikte bir tapınak yapmışlar. Atina’daki Parthenon ve Karnak'taki Amun tapınağı sütunları bile buradakinden daha kısa. 

Ana kapıdan girince önünüze büyükçe bir taş çıkıyor. Adeta tapınağın kimlik kartı gibi bir taş. Üzerinde Latince bir yazı var. En üstte bir kısaltma olduğu belli olan harfler: IOHM. Altında açıklaması; Heliopolis Jüpiter’i, optimal ve maksimum tanrı! Bu büyük tapınağın en önemli özelliği, en alt kısmında, 2000 yıl daha önce Fenikeliler tarafından yapılmış olan 13 metre yüksekliğinde bir podyumun bulunması. Benzer olay Suriye’deki Palmyra’da da görülüyor. Orada da üzerine Baal tapınağının yapıldığı zemin taşları, Fenike’liler zamanına tarihleniyor. 


Fenike geleneklerine göre, neden bilmem, 13 metrenin 3 kattan oluşması gerekiyormuş. Onun için devasa boyutlarda taşlar kesmişler. En büyük üç tanesi 4,6x4,6x20,6 metre boyutlarında ve her biri yaklaşık bin beş yüz ton ağırlığında. Bu taşlardan 3 tanesi podyuma, daha küçük (!), beş yüzer tonluk taşların üzerine konmuş, fakat podyumun tamamı bitirilememiş. Bir diğer devasa taş, Baalbek’in güneyinde, kesildiği yerde duruyor. Bir de ismi var: Gebe kadının taşı! Gize piramitlerindeki taş blokların ağırlıklarının ortalama 2,5 ton olduğunu düşünürsek taşların büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Bu podyumun bizim göremediğimiz, tapınağın altına rastlayan kısımlarında ise neler olduğu halen belli değil.



Sonuçta Fenikeliler teknik olarak taş işçiliklerini kanıtlamışlar, fakat ömürleri vefa etmemiş. Yerine koydukları 3 devasa taş ise trilithon ismiyle ününü sürdürmüş. Neden böyle zor bir işe kalkıştıkları da halen açıklanamamış. Yandaki resimde taşların 10m kadar gerisinde duran insanların boyutlarıyla karşılaştırınca taşların büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. Buna benzer durumlarda, tahmin edeceğiniz gibi, efsaneler, dedikodular ve fantastik buluşlar devreye girer. Bizim fantezimizin bir ucu da dünya dışı canlılara kadar uzanıyor!


Tarihte “ölümsüzlük” arayışı hakkında ilk yazılı metin Sümerlerin “Gılgamış destanı”dır. Destan, Nuh tufanının anlatıldığı ilk eserdir ve belki de tüm kutsal kitapların kaynağıdır. Buna göre Uruk kralı Gılgamış, “her şeyi görmüş olan”dı. Milattan yaklaşık 28 yüzyıl önce yaşamıştı ve yarıdan çok tanrıydı. Sitchin bundan sonrasını anlatırken efsanenin aslına uymayan alıntılar yapmış. Aramice bildiğini söyleyerek yaptığı açıklamalar benim okuduğum, Sümerceden veya Akad dilinden yapılan alıntılara pek uymamakta. Konu çok ilgimi çektiği için burada ikisini de yazacağım.

SITCHIN ANLATIYOR
"...Uruk’un başrahibi olan babasına ölümden kaçmasının neden mümkün olamadığını sordu. Efsaneye göre ölümsüzlüğün sırrını bulabilmesi için tanrıların iniş yerine gitmesi ve oradan göğe doğru yükselmesi gerekiyordu. İniş yeri Sedir dağlarındaydı. Annesi tanrıça Ninsun, oğlunun yanına, onu koruması için Enkidu’yu verdi. İkisi Sedir dağlarına geldiler. Dinlenmek üzere yattılar. Bir müddet sonra Gılgamış gözalıcı bir parlaklık ile uyandı.

Gökler çığlık attı, toprak gümledi / Gün ışığı söndü, karanlık geldi / Yıldırımlar çaktı, bir alev parlayıp çıktı / Bulutlar kabardı, ölüm yağdı! / Derken parlama azaldı, alev söndü / Tüm düşenler küle döndü. "

Sitchin okuruna yönelttiği sorularla fantezilerini açığa vuruyor: acaba Gılgamış orada bir uzay aracının inişine veya fırlatılışına mı şahit olmuştu? Bir Fenike sikkesi üzerindeki, tapınağı betimleyen resim bu konuda şüpheleri uyandırmıyor mu? Büyük tufandan önce inşa edilmiş bu podyumun başka bir görevi olabilir mi?

Ve podyumun fi tarihinde uzay araçlarının inip kalkması için yapılmış olduğunu, tanrıların da bu gemilerle gelip giden “kişiler” olduğuna iddia ediyor!

Benim okuduğum, Sümerce'den yapılan çevirilere göre; destanda Gılgamış ile Enkidunun arkadaş oluşları ve hem güçlerini sınamak, hem de güneş tanrısı Şamaş'ın nefret ettiği Humbaba'yı öldürmek için katran ormanlarına gidişleri anlatılır. Katran ormanından kastedilen sedir ağaçlarıdır ve yoğun olarak Lübnan dağlarında bulunur (katran ağacı = Sedrus Libani). Asurcada Humbaba, babil dilinde Huwawa denilen dev, tanrıların yaşadığı sedir ormanlarının koruyucusudur.



Onlar katran ağacı dağını görüyor,
tanrıların oturduğu yeri, İrnina'nın (İştar) yüksek tapınağını


Gılgamış burada uykuya dalıyor ve bir rüya görüyor. Korkuyla uyanıp rüyasını Enkidu'ya anlatıyor:


Gök haykırdı, yeryüzü gürledi / Hava dinginleşti, karanlık çöktü /Bir yıldırım düştü. Bir yangın yükseldi / Duman koyulaştı / Ölüm yağdı / Yağan köz oldu, ateş söndü / ve yukarıdan aşağı dökülen (köz olan ateş) küle döndü...



Buraya kadar olan kısımda, Sitchin'in yazdıklarından farklı olarak, Gılgamış'ın henüz ölümsüzlük diye bir derdi yok. Çünkü çok sevdiği Enkidu'yla birlikte ve gücünün doruğunda. Ayrıca iniş yeri, göğe yükselme gibi ifadelere de rastlamadım. Destan devam ediyor: Humbaba savaştan vazgeçtiğini söylüyor, senin kölen olayım vs diyor, fakat Gılgamış, Enkidu'nun dolduruşuna gelerek Humbaba'yı öldürüyor, kesik başıyla beraber Uruk'a geri dönüyor. Bunu gören İştar, Gılgamış'a aşık oluyor, Gılgamış onu reddediyor, vesaire vesaire, böyle sürüp gidiyor. Ölümsüzlük otu meselesi ise daha ileri kısımlarda, Enkidu'nun ölümüyle krize giren Gılgamış'ın son macerası olarak yazılmış. Destan, Gılgamış'ın Hz. Nuh'a denk gelen Utnapiştim'i bulması, yine tanrıların ve tanrıçaların karışık ailevi sorunları, tufan hikayesi ve bir kuyudan ölümsüzlük otunu bulup çıkarışı, daha tadına bakamadan yılanın otu yiyişi ile devam ediyor.

Tanrıların yaşadığı katran ormanlarının içindeki en eski kalıntıların, yani Baalbek'in orijinal podyum taşlarının arkeolojik tarihlemesi de tufan öncesine kadar uzanınca kayıp halkalar tamamlanıyor!


Evet, ben de tanrıların yaşadığı katran ormanlarını ve Baalbek'teki ayak izlerini görmek üzere Lübnan'daydım!!

Bu hikayeleri bilmeden buraya gelseydim gene de etkilenirdim zannediyorum. Alman İmparatoru 1. Wilhelm'in 19. yüzyılın sonlarındaki ziyaretinin anısına, Baküs tapınağının duvarına, zamanın Osmanlı padişahının tuğrasıyla yerleştirilen yazıt almanların da bu kalıntılarla üst seviyede (!) ilgilendiğini gösteriyor. Bense zaten sınırlı vaktimizin çoğunu trilithon'un çevresinde geçirdim. Rehberlerin gelip gelip "işte o taş" dedikleri o taşı yukarıdan gören bir yere oturup Gılgamış destanını yeniden okudum.



MAĞARALAR; JEITA GROTTO



Baalbek'ten epeyce geç bir saatte ayrıldık. Yolumuz uzundu ve henüz ne Jeita Grotto'yu ne de Harissa'yı görmüştük. Birisini feda etmemiz gerekiyordu. Biz de mağaraları tercih ettik. Ne de olsa dünyanın 7 doğal harikasından birisiydi.


Mağara bölgesine geldiğimizde saat 5 olmuştu ve bizi bir sürpriz bekliyordu. Mağaralara giriş saatini kaçırmıştık! Büyük şok!


Buraya kadar gelip, kös kös dönmek kabul edebileceğim bir şey değildi. Rehber ve diğerleri kapalı turnikelerin önünde girersin-giremezsin tartışması yaparken, çağanoz gibi yan yan yürüyerek turnikeleri geçtim. Milleti siper alarak kuytulardan yukarıya doğru yürüdüm. Baktım, arkadan 2 kişi daha sızmış! Mağaranın ana kapısına gelince birisi daha durdurdu, kapandı dedi.


- Aşağıdaki arkadaş çabuk gidin, yetişirsiniz dedi, dedim. O saldı ne yapalım dedim. Hemen bakıp çıkacağız dedim. Dedim de dedim!


- Kamera yasak dedi


Bu içeriye girebilirsiniz demekti, girdik.


Jeita Grotto, aralarında bağlantı olan, total olarak yaklaşık 9km uzunluğunda 2 ayrı mağaradan oluşuyor. Tam giriş bölgesinin önünde Lübnan'lı bir sanatçı tarafından yapılan bir "zaman bekçisi" anıtı var. Mağaralar Beyrut'un 18 km kuzeyinde, ana yoldan ayrıldıktan sonra, kısa ve dar virajlarla ulaşılabilen Nahr al-Kalb vadisinde. Para ödenen yerden mağara girişlerine küçük trenlerle veya teleferikle gidilebiliyor. Prehistorik zamanlarda yerleşim yeri olarak kullanıldığı düşünülen mağaraları 1836 yılında, Amerika'lı bir misyoner olan William Thomson tarafından bulmuş. Alt mağara sadece botlarla gezilebiliyor, zira Lübnan'ın önemli içme suyu kaynağı olan yeraltı sularıyla ilişkisi var. Kışın su seviyesi yükseldiği için kapalı oluyormuş. 1958'de alttakinden 60 metre kadar daha yukarıda bulunan ikinci bir kat daha bulunmuş. Dünyanın en büyük stalaktik galerileri olan bu kısımda yürüyerek dolaşılabiliyor. Bazı kısımlarında yükseklik 120m.yi buluyor. Biz bu kısma giremedik. Sadece alt kısımda dolaşmak bile güzel bir anıydı.


Otele döndüğümüzde vakit oldukça ilerlemişti. Jale iyileşmiş, bizi bekliyordu.


Türkiye'ye döndükten bir hafta kadar sonra bir akşam Jale o gün Baalbek'i gördüğünü söyledi. Televizyonun bir kanalında "Küçük Hanımefendi" serisinden bir film oynatılmış. Küçük hanımefendi Belgin Doruk, Jüpiter tapınağının sütunları arasında dolaşıyor, Ayhan Işık da peşinden seğirtiyormuş! Rastlantı dediğin bu kadar olur. Sitchin'in kitabı daha önce yazılmış olsaydı, iniş yerine gidip bir de fatiha okurlardı herhalde...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder