26 Mayıs 2010 Çarşamba

ÜRDÜN


Mayıs 2010



Petra: Musa aleyhisselamın asasıyla çıkardığı şifalı suyu yerinde görüp, içme...
...Salih peygamberin yaşadığı bölge olarak da bilinen...
Ölü deniz: ... Lut kavminin helak edildiği mekan olup...
Mute: İslam tarihinin en zorlu savaşlarından birinin cereyan ettiği, şehit olan üç büyük ordu komutanının...

Bizim turizm şirketinin tur tanıtım programında bunları okuyunca, tamam dedim, Ürdün'de de bulduk kutsalımızı...

AMMAN

Amman için yazacak çok bir şey yok.


Amman'ın orta yerinde Amman kalesi (Jebel al Qal'a), aşağıda, kalenin az ilerisinde bir Roma tiyatrosu, diğer yanda eski şehir bölgesi, eski şehirde eski çarşı, falan feşmekan camisi filan. Başkenti de en az Ürdün'ün kendisi kadar yapay! 1948'e kadar sadece kaleden ibaret olan şehir, 67 İsrail savaşından sonra buraya gelen Filistinlilerle kalabalıklaşmış ve büyümüş. Uzaktan bakılınca, gayet düzgün, tek renk, homojen bir şehir. Eski şehir bölgesi hariç, Ürdün'ün TOKİ'si tarafından inşa edilmiş gibi. Bir farkla ki, buradakilerin boyu biraz daha kısa!

Sözün kısası, Amman hakkında yazmak içimden gelmiyor. Rehber bile fazla konuşmadıktan sonra ben ne yazayım? Örneğin 7 tepe üzerinde kurulmuş deyip, İstanbul veya Roma ile mi karşılaştırayım? Tam bir seyahat rehberi fantezisi! Zorlama bir empati çabası. Ben şehri sevmedim ama bizimkilerin hoşuna gitti. Çok düzgün, çok düzgün deyip duruyorlardı. Milletin neyi, neden sevdiğini pek anlayamadım. Bana ruhsuz geldi. Birinci sınıftaki mimarlık öğrencilerinin yaptıkları acemi maketlere benzettim. Birisi ilk yaptığını beğenmiş, sonra oturup aynısından yüzlerce yapmış gibi... Belki zorlayarak da olsa, bir akşam üstü yaptığımız nargile keyfini sayabilirim. Gittiğimiz yer Amman'ın piyasa (!) caddesiydi. Trafiğe kapalı geniş bir yolda insanlar, daha çok da gençler, ikili üçlü gruplar halinde bir aşağı, bir yukarı yürüyorlardı. Lüks mağazalar, alışveriş merkezleri, kafeler, tek tük seyyar satıcı, çiçekçi, koşuşan çocuklar, kenarlardaki büyük ekranlarda oynayan reklam filmleriyle tipik bir piyasa yolu! Herkes yapıyor, biz de yapalım diye yapılmış gibi geldi bana. Kafelerde oturan Amman kızlarının nargile fokurdatmaları Amman'dan aklımda kalan hoş karelerdendi. Sonuç olarak, birisi sorarsa; Amman'ı gördüm derim, hepsi o kadar.


PETRA

Petra; Yunanca'da anlamı kaya, arapçası; Al-Batra

Petra'nın hikayesi

Petra'nın tarihi çok eskilere gitmiyor. MÖ 400 yıllarında mezopotamyadaki Pers istilasından kaçan Nebati halkı, arap çölünün hemen kenarındaki Musa vadisinin kıvrımları arasına sığınmış, kayaların dik ve derin yamaçlarında kendilerini koruyacak evler oymuşlar. Aslı arap kökenli olan Nebayotlar tüccarlık yetenekleriyle zamanla zenginleşmiş ve tapınaklar, saraylar, kaya mezarları ve tiyatro amfileriyle dönemlerine göre gayet ileri seviyede bir kent yaratmışlar. Tarihçilere göre bu, nomadik yaşam tarzından kentleşmeye doğru bir geçiş olmuş. En büyük başarılarından birisi de, yılda ancak 13-14cm yağmur düşen bir bölgede, hemen hemen 20000 insana yetecek miktarda suyu kente taşımak olmuş. Bunu sarnıçlar, havuzlama ve kentin her tarafına uzanan su kanallarıyla başarmışlar. Bu kanallardan suyun kayıpsız akabilmesi için birbirine gayet ustalıkla birleştirilmiş, 8 cm kadar genişlikte seramik borular kullanmışlar. Bu seramiklerden kalan parçaları kanalların içinde görmek halen mümkün.

Petra, üç yüzyıl kadar Nebayotların başkenti olmuş. Ardından Roma işgaline uğramış. Kent, MS 400 yıllarında, tahminen haçlı seferlerinin ardından, insanlarıyla birlikte tarihin tozlu sayfalarına karışmış. Ta ki 1812'de bir İsviçre'li gezgin tarafından yeniden farkedilinceye kadar.

Bu yöreyle ilgili kayıtları araştırırken farklı kaynaklarda, bölgede yaşayan insanlar hakkında ya Nebayot, ya da Semud halkı olarak bahsedildiğini okudum. Fakat bu iki ismin birbirinden ayrı halkları mı, yoksa aynı halkı mı kastettiğini anlayamadım. Doğrusu merak etmedim değil. Fakat bu konuda ahkam kesecek kadar temel bilgim olmadığı için sadece okuduklarımı aktaracağım.

Yokoluşları da varoluşları kadar belirsiz olan bu halkın tarihindeki boşluklar, her zamanki gibi efsaneler ve kutsallıklar ile doldurulmuş. Eski Ahite göre "nebayot, (Nabataean)" denen halk Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan geliyor. Kuran'da ise Nebayotlarla eş zamanlı olarak yaşayan Semud (Thamud) halkı ve kayalara oyulmuş bir kentten bahsediliyor. Semud kavmi, daha önceki zamanlarda Ad kavminin fırtınalarla yok oluşundan ders alarak, evlerini kayalara oymuşlar. Putlara inanan bu halk arasında zamanla ahlaki sapkınlık da artınca onları uyarma ve putlardan uzaklaştırma görevi Salih peygamber'e verilmiş.

"Semud (toplumuna da) kardeşleri Salih'i (gönderdik. Salih:) "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur... (Allah'ın) Ad (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. (Araf Suresi, 73-74)"

Fakat insanları ikna etmek kolay olmamış. Burada rivayet muhtelif. Bir rivayete göre Semud halkı kuru lafla tatmin olmayıp, ondan bir mucize göstermesini istemiş. Salih peygamber de bir kayayı deve yapmış. Semud halkı bu deveyi kesip yemiş (!). Allah da bu inançsızları şiddetli bir gürültüyle yok etmiş. Kısacası, işte inanmazsanız böyle olursunuz masalı. Bu olayı merak edip kur'an açıklamalarına baktım (dersimizi çalışıyoruz ya!). Aslında bir sınav olayı var:


"Semud (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: "Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır." Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip-öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip-bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi. (Kamer Suresi, 23-29)"


Burada anlatılanlar bana daha makul geldi. Kayalara oyulmuş evlerde yaşayan insanlar, güç ve servetin karşısında suyun önemini vurgulayan bir sınav ve paylaşımı reddeden insan bencilliği... Neyse, öyle veya böyle, tarihte bir vakitler yaşamış birçok halk gibi onlar da zamanla yok olmuşlar. Yahut da kentleri yok olurken, insanlar sonsuz yürüyüşlerine devam etmiş, yeni kentlerde yeni kimlikler edinmişler. Böyle demek daha doğru herhalde. Bu Semudlar hakkında bulduğum enteresan bir bilgi de bugünkü arap alfabesinin köklerinin Semud'lara kadar gitmesi. Semitik "thamutic" alfabeye benzeyen yazı örnekleri ilk defa Yemen'de, Thamud kasabası yakınlarında bulunmuş.


Meraklısına not: Suudi Arabistan'ın buraya yakın bir yerinde Al-Hijr (ingilizcesi: stoneland) veya Madain Salih isimli, Unesco dünya mirasları arasında yer alan bir yerleşim yeri var. Nebayotlar öncesinden başlayarak gene Nebayotlar tarafından oyulmuş kaya mezarları, mabetler bulunan bir yer! Ayrıca kuranda adı geçen, fakat varlığı kanıtlanamayan Ad kavmine ait Ubar kenti 1990 yılında Umman'da, uydu fotoğrafları sayesinde bulunmuş. Çöl kumlarının 12 metre derinliğinde gömülü olan, Kumların Atlantisi namlı kent, yavaş yavaş ortaya çıkarılmaya başlanmış.

Konuların girdabına kapılıp içinde kaybolmak çok kolay. Onun için daha fazla dağıtmadan tekrar Petra'ya dönüyorum.

Evet, Amman'dan ayrıldık, Petra'ya gidiyoruz. 250 km kadar güneye ineceğiz.


Kayıp Şehir Petra


Petra'yı da içeren Musa vadisi yaklaşık 650 km2 alana yayılmış. Bu alanın 160 km2'si ulusal park olarak ilan edilmiş. Böylesine geniş alanda doğal olarak ortadakilerden daha çok sayıda anıt (bir rivayete göre sayısı 800'ün üzerinde), hala yerin altında, ışığı görecekleri günü bekliyor. Tamamını gezmek 3-4 gün sürebiliyor(muş). Petra, tüm bu geniş alanın sadece küçük bir parçası. Bizi, Petra'nın tam kalbine, yani Al Khazneh, Hazine adlı mabedin bulunduğu yere götürecek yol, yaklaşık 3 km uzunluğunda, derinliği yer yer 200 metreye ulaşan bir kanyonun en dip noktasından geçiyor. Bu kanyon (Siq (the shaft), masif kaya kitlesinin tektonik hareketlerle yarılması sonucu oluşmuş. İşte Petra'ya giden her turistin içinden geçtiği, "Son Macera" filminde Indiana Jones'un at koşturduğu kanyon burası.

Evet, anlaşılacağı gibi "Petra" deyip geçmedim. Dersimi iyi çalışıp, ileride unutma ihtimaline karşı (malum demans, Alzheimer filan!) okuduğum şeyleri özetlemeye çalışıyorum. Toprağa sadece toprak, taşa ve kuma sadece taş ve kum olarak bakamıyorum. Onlarda yüzyıllık yaşamların izlerini görmeye çalışıyorum. Yerde bulup evime kadar taşıdığım kaya parçasını elime her aldığımda bana binlerce yıllık hikayesini anlatıyor. Bir tutam çöl kumunu koyduğum şişenin kapağını araladığımda, kumun kokusu beni uçsuz bucaksız çöllerde ilerleyen bir kervanın yolcusu yapıyor.

Suriye çöllerinde bıraktığımız Hicaz demiryolunu, Ürdün çöllerinin bir yerinde tekrar yakaladık. Yolun uzun bir kısmı demiryoluna paralel seyrediyor. Birara yolun sağında, uzakta tek tük ağır yük kamyonları ve tek sıra binalar gördük. Fosfat madenleriymiş. Bunlar da olmasa etrafta görülecek bir şey yok zaten. Ortalıkta in cin top oynuyor. Sağda solda cılız bitkilerle karşılaşıyoruz. Son zamanlarda "damla" usulüyle sulamayı geliştirmeye çalışıyorlarmış. Artık allah ne verdiyse! Allahın çölünde bir tutam ot dahi büyüse, bunun "mucize" olduğuna inanmak çok kolay! 250 km bir türlü bitmek bilmedi. İlk başlardaki merakım, yerini can sıkıntısına bıraktı. Kafam tam uyuşmaya başlarken otobüs yavaşladı ve durdu. Solumuzda Kral Hüseyin ve oğlu bana bakıyordu. Kral; otobüsten in! dedi, indik.


Ain Musa adı verilen tepelik bir yerdeyiz. Musa'nın sihirli sopası buraya da değmiş. Nedense bu diyarlarda birisi asasını yere vurmadan su filan çıkmıyor. Burada da öyle olmuş. İnsanlar da altında su kaynağı bulunan, çok pardon, şifalı su çıkan (bu şifa kelimesi önemli) kayayı dört duvarla çevirip türbe haline getirmişler. Türbenin arka tarafı Musa Vadisi'ne bakıyor. Vadinin bu kısmında gayet güzel oteller var. Gidip gördüğümden değil tabii, çatıları gözüme hoş gözüktü. Bir de Amman'a uğramamak fikri! Petra'ya giderken Amman yerine burada konaklasaydık daha iyi olacağını düşündüm. Fakat hemen nerede, nerede? demeyin. Bu düşüncem Petra'ya varınca tekrar değişti. Petra'da, vadiyi kuşbakışı gören tepelerde kurdukları çadırlarda kalanlar olduğunu görünce bu fikir daha cazip geldi. Fotoğraflarımızı çekip tekrar yola düştük.


Otellerin bulunduğu alanı ve kasabayı geçtik. Petra'ya yaklaştığımızı hissediyorduk. Çöl uzaklarda kalmış, o zamana kadar hiç görmediğimiz yoğunlukta yeşil; ben de varım, diye ortaya çıkmıştı. Aralarında, seyrek de olsa eflatun çiçekli ağaçlar vardı. Bir yerde yemek yedikten kısa bir müddet sonra tekrar durduk. Rehber; Petra'ya geldik, dedi. Anlayamadık. Etrafta doğru dürüst bir şey yoktu. Petra bizden saklanıyordu. Demek ki tarih boyunca da böyle saklanmıştı. Yakınında olmak yetmiyordu, izini sürüp tam yanına gitmek gerekiyordu.

Önümüzde biraz gölgelik bir alan, görevli memurların kaldığı kulübeler, tuvaletler, bilet gişeleri, küçük dükkanlar ve giriş kapısı vardı. Kapının ötesinde kendi gölgelerine dalmış atlar ve müşteri bekleyen at arabaları gözüküyordu. Arazide öyle aman aman bir değişiklik yoktu. Son bir kaç kilometrede geçtiğimiz yerlerden çok farkı olmayan küçük tepecikler, girinti çıkıntılar ve aralarında hafif bir meyille aşağılara doğru uzanan genişce bir yol vardı. O muhteşem kanyondan, vadi madi hiçbir şeyden eser yoktu! Petra nerede? Nerede olacak? Adı üstünde: lost city, kayıp şehir! Fakat bizim gibi gözünü "Petra" bürümüş kısa pantollu turistlerden ne kadar saklanabilir? Indiana Jones bulduysa biz de buluruz!

Gişede adam başı iki bilet satılıyor. Memur kaç gün kalacağımı sorunca şaşırdım. Yandaki gişede bir turist kızın 3 günlük bilet aldığını görünce daha da şaşırdım. Biraz da gıpta ettim. En iyisi buydu herhalde. Gençlerin çoğu tepelerde çadırda yatıyor, vadinin her anını doyasıya yaşıyorlardı. Güneşin doğuşu, batışı, muhteşem gökyüzü, yıldızlar... Kayaların üzerinde an be an değişen ışık oyunları, renklerin ışıkla dansı... Yazdıkça kıskançlığım artıyor. Onun için fazla uzatmayacağım. Biz turistik broşür seviyesinde kalırken, bu keratalar kayaların nefes aldığını görecek, vadinin ruhunu hissedecekler... Giriş ücreti 50JD.

Gişeye dönelim. Giriş bileti 21JD. Bunun yanında ek olarak ata biniş bileti kesiliyor. O da 29JD. Fakat kimse sana "ata binecek misin?" diye sormuyor. 50JD'yi peşin peşin ödüyorsun. Sorarsan, ister ata bin, ister arabaya diyorlar. "Ben yaya yürüyeceğim" şıkkı yok. Ayrıca at bileti ile ata binmek mümkün değil. Atların durduğu yere gidince, hiçbir at veya araba sahibi bilete değer vermiyor. Elinizde "cash" görmezlerse yüzünüze de bakmıyorlar. Bu lafın gelişi değil, gerçekten sırtlarını dönüp gidiyorlar. Şikayet etmenin de asap bozmaktan başka bir yararı olmuyor. Bu asık suratlı insanlarla uğraşmaktansa yürümek daha iyi...

Evet, yürümek gerçekten iyi geldi. Her metrenin tadını çıkararak yürüdük. Yol giderek derinleşip daralırken, iki yanımızdaki kayalar yükselmeye başladı. Boz-gri renkler gerimizde kaldı. Duvarlardaki dalga dalga çizgiler de bizimle beraber yürüdü, renkleri gülkurusu ve maviye döndü. Biz terledikçe onlar da ıslandı. Duvarlardaki kanallar sularla dolup aşağı doğru akmaya başladı. İki yanımızdaki duvar derinleşip dikleştikçe dünyayla ilgimiz koptu. Bir anda yüzlerce yıl geriye gittik. Her attığımız adım bizi geçmişe götürüyordu. At arabaları Nebati tüccarlarını taşıyor, atların nal sesleri ekolarına karışıyordu. Yan duvarlarda biri 10-15 metre daha yukarıdan geçen, diğeri daha aşağıda, zeminden bir metre kadar yükseklikte su kanalları vardı. Kayaların aralarından zakkum ağaçları fışkırıyordu. Bazı yerlerde, duvarlarda, "işte kervanlarımız buradan böyle geçiyordu" diyen deve ve insan kabartmaları vardı. Kanyon giderek daraldı. Yolun darlığından, yanımızdan geçen atların soluğunu hissediyorduk. Bir an durup yukarıya baktım. Burası şairini "göğe bakma durağı" dediği yerdi. Başım döndü, arkaya baktım. Geldiğim yol dar bir yarık gibi gözüküyordu. Tekrar önüme döndüğümde o muhteşem mabedi gördüm. Kanyon aniden sonlanarak geniş bir meydana açılıyordu. Bu açıklığın ötesinde, başka bir tepe, dik bir duvar gibi yükseliyordu. İşte "the treasure, hazine" nam mabed bu duvara oyulmuştu.


Bu anıtın ne amaçla yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Son zamanlarda altında kral mezarları bulunduğu söyleniyor. Sık sık define avcılarının hücumuna uğradığı da açıkça belli. Burayı günlük tur ile gezmek sadece genel bir fikir verir. Fakat bana göre (şimdiki aklıma göre) tamamen yetersiz bir gezi olur. Bu tepelerde en az bir gece geçirmek, mehtabını, sabahını ve gün batımını yaşamak lazım. Döndükten sonra (!) bir gezi sitesinde, haftada üç gün, pazartesi, çarşamba ve perşembe geceleri özel gösteri yapıldığını öğrendim. Ay ışığı altında, tüm zeminin mumlarla aydınlatıldığı bir fotoğraf görüp vuruldum. Yine başkalarının fotoğraflarında hiç görmediğim yerler olduğunu farkettim. Örneğin David Roberts çizimlerindeki manastırı, hazine ile karıştırdığımı anladım. Gitmeden önce birbirinin aynısı olduğunu zannettiğim bir sürü anıt ve kaya mezarları arasında sakin sakin dolaşan insanları görüp kıskandım. Daha önce hiç rastlamadığım bir harita buldum. Haritamı da alıp yeniden giderim duygusuna kapıldım. Giderim ve en azından bir gece kalırım.


LUT GÖLÜ (ÖLÜ DENİZ)

Petra'dan tekrar Amman'a, otelimize döndük. Yarın sabah tekrar güneye ineceğiz. Bu sefer yolumuz daha kısa, sadece 80 km. Hedefimiz "Ölü Deniz" nam-ı diğer "Lut Gölü". Yolumuzda yokuşlardan çok inişler vardı ve giderek irtifa kaybediyorduk. 45 dakika yolumuz vardı, bu da notlarımı karıştırmam için bana yeterdi. Bir efsane arıyordum. Massada tepesi veya kalesi ve Qumran vadisi gölün İsrail tarafında kalıyordu. Hafızamda Lut hakkında bir takım hikayeler vardı, ama yazmak başka. Kesin kanıtlar bulmalıyım. Zaten ortadoğu'da, çölün ortasında bir göl olsun, deniz seviyesinin altında bir çukurda olsun, zehir gibi tuzlu olsun da hakkında bir mucize veya efsane olmasın, bu mümkün değildi.

Bölgenin tarihini genellikle tevrat, incil ve kuran gibi kaynaklardan, pek az oranda da arkeoloji biliminden öğreniyoruz. Arkeolojik izleri arayanların da başlıca referansı gene bu din kitapları. Bilim adamları tabii ki hurafe ve masalları gerçeklerden ayırt edebilecek vasıfta. Bense gittiğim her yeri hem geçmiş tarihiyle, hem de masal ve efsaneleriyle gezmeyi ve tanımayı seviyorum. Onlar da ortadoğu kültürünün bir parçası değil mi?

Gölün bir adı da "Lut" olduğuna göre oradan başlayalım.

Lut ve İbrahim peygamberler yakın akraba oluyorlar. Mısır dönüşü İbrahim'in de Lut'un da hali vakti gayet yerinde, fakat nedense aynı yerde birlikte yaşayamıyor, ayrılmak zorunda kalıyorlar. "Bir Kenan'a iki peygamber fazla!" durumu olsa gerek, Lut, İbrahim'den ayrılarak Sodom ve Gomora yönüne gidiyor. Sodom, Lut peygamberin gönderildiği kavimdir.

... Ve Sodom halkı kötü ve Rabb'e karşı çok günahkardılar." (Tekvin 13:12,13)

Bu günah olayı Kur'anda daha açık anlatılıyor. Sapkınlık diye nitelendirilen olaylar tamamiyle homoseksüel ve ensest ilişkiler. Lut, kavmini (kibar bir şekilde) uyarıyor;
 
"Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz. (Araf,80)"

Fakat millet iyice azdığından olsa gerek, bu uyarıyı kimse dinlemiyor. Ayrıca Lut'u sahtekarlıkla suçlayıp kafa tutuyorlar; "Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın"

Bir de üstüne üstlük, onları doğru yola davet eden meleklere de musallat oluyorlar. Meleklerin erkek olduğunu söylememe ayrıca gerek yok sanırım. Bundan sonrası malum, diğer tüm günahkar kavimler gibi, Sodom da yok olmaya mahkum!

“Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık... (Hicr,73-76)”

Burada gene erkek melekler devreye giriyor ve Lut'a; "bunlar azmış kardeş, bari sen kendini kurtar" deyip, karısı ve kızlarıyla birlikte arkalarına bakmadan kaçmalarını söylüyorlar. Fakat bayan Lut söz dinler mi? Tabii ki dinlememiş ve merakla ardına bakmış. Bütün söz dinlemeyip arkasına bakanlar gibi, o da oracıkta çarpılmış. Bir tuz sütununa dönüşmüş (Genesis). İşte gölün tuzu da buradan geliyormuş! Sodom yamaçlarındaki kayalardan birisine de bu nedenle "Lut'un karısı" adı verilmiş. Bundan sonrası ayrı bir hikaye. Lut ve kızları bir mağaraya sığınıyor. Kızlar peder beyi kandırıp onu da günaha sokuyor vs vs.

Gelelim gerçeklere. Burada gerçeklerin merkezinde "tuz" var. Efsaneler yolu tuza varan bir hikaye anlatırken, gerçekler tuz ile başlıyor.

Lut gölünün bulunduğu çukur, Suriye-Afrika jeolojik yarığının bir parçası olarak 1,64 milyon yıl kadar önce oluşmuş. Bu yarık Toros eteklerinden başlayıp, Lut gölü, Kızıldeniz üzerinden Tanzanya'ya kadar uzanan, dünyadaki en uzun kırılma hattı. Bilimsel araştırmalar insan varlığının bu çöküntü bölgesinin güney ucunda başladığını gösteriyor. 20-30 milyon yıl önce birbirine bitişik olan Arabistan yarımadası ve Afrika, Arabistan'ın giderek kuzeye kaymasıyla birbirinden ayrılıyor ve aralarında çökme bölgeleri (graben) meydana geliyor. Kızıldeniz de bu şekilde oluşuyor, Lut gölü de. Lut gölünün deniz seviyesine göre 400 metre kadar aşağıda olması da bu sebepten. Jeolojik kayma ve çökme devam ederse tüm yörenin suya kavuşacağı (!) kesin gibi... Tabii ki bu yeni doğacak, ve büyük olasılıkla ortalığı silip süpürecek yavru okyanusa uygun bir ibret hikayesi yazmak da gelecek nesillere düşecek. Kızların bacakları gözüküyordu, ar-namus kalmamıştı, şike almış yürümüştü filan gibi...





 
Bahsi geçen Sodom ve Gomorra yerleşkelerinin, Lut gölünün en alt kısmında, son derece sığ olan (15-20m) Siddim vadisinde bulunduğu düşünülüyor. Gölün diğer kısımlarında derinlik 400 metreye kadar ulaşmakta. Bu nedenle Lut Gölü, Baykal ve Hazar göllerinden sonra tabanı en derinde olan üçüncü göl oluyor. Gölün tuz oranı da derinleştikçe artıyor. Yüzey kısmı ırmakların taşıdığı su nedeniyle daha az tuzlu. Derinlerde tuz oranı %33'e kadar çıkıyor. Yani, 1 litre suda 332 gr. tuz var! Bundan daha tuzlusu, Doğu Afrika'daki Assal gölü (%35). Bu kadar tuzlu ortamda teorik olarak hiç bir canlının yaşaması mümkün değil. Onun için göle "Ölü Deniz" denmiş. Burada sadece göldeki canlılar değil, gölün kendisi de ölüyor. Şeria nehri gibi bir-iki ırmak, bir yandan gölü beslerken, bir yandan da öldürüyor. Gölün iki yakasında, İsrail ve Ürdün'e ait bromür endüstrisi, atık sularıyla gölü zehirliyor. Buna aşırı kuru ve sıcak havanın etkisiyle su kaybı da eklenince, gölün hem tuz ve mineral oranı yükseliyor, hem de giderek su seviyesi düşüyor. Bu azalma miktarı küçümsenmeyecek kadar fazla, yılda 50 cm. kadar! Kağıt kalemi alıp, gölü görmek için önünüzde kaç yıl kaldığını hesaplayabilirsiniz. İsrail ve Ürdün göle "barış denizi" adını takmışlar. Demek oluyor ki ortada göl kalmayınca barış da uçup gidecek!


Evet, biz gölü sağlığında gördük ve girip yüzdük. Su o kadar tuzlu ki içine girmek yanlış bir tanım oluyor. Bir türlü giremiyorsunuz. Adımlarınızı atmanız için güç harcamanız gerekiyor. En rahatı sırtüstü yatıp uzanmak. Göl bölgesinde, her tarafa dikilmiş levhalarda bu şekilde uyarılar var; dalmayın, sırtüstü yatın, yüzmeyin diye. Yüzükoyun döndüğünüz takdirde, kafanızın ağırlığı sizi tepesi taklak suyun içine çekiyor. Serbest stil yüzmeye kalkarsanız, suyun üzerinde kalabilmek için çok fazla efor harcamanız lazım. Devamlı ve hızla kulaç atmaya çalışıp, başınızı iyice arkaya atarsanız ne ala. Suyun üzerinde bir süre kalabiliyorsunuz. Ben de öyle yapayım derken (uyarı levhasında yüzmeyin yazıyor ya, ille de yüzeceğim!), kısa bir an (stil alışkanlığıyla), başımı yan çevirdim ve dudağımın bir yanı suya değdi. Aman yarabbim! ağzımın o yarısı iki saat yandı, kavruldu. Gözümde deniz gözlüğü olduğu için gözlerim emniyetteydi. Bir de gözüne su kaçanların halini düşünün. O nedenle göle girmek, göle uzanıp yatmakla eş anlamlı. Ya yatacaksınız, ya da ayakta durup zemindeki balçığı vücudunuza süreceksiniz. Balçık mineral zengini, içinde ne ararsan var. Kleopatra'nın cilt güzelliğinin kaynağı da bu kara balçıkmış! Söylentiye göre yöredeki ilk kozmetik yatırımını da Kleopatra yapmış. Sonradan Nebayotlar ellerindekinin değerini anlayıp, Mısırlılara, mumyaların korunmasında kullanılmak üzere çamur satmaya başlamışlar. Şimdi de "Dead Sea Cosmetics" en önemli gelir kaynaklarından birisini oluşturuyor. Herkes gibi biz de çamuru oramıza buramıza sürdük. Yapışkan, yağlı bir çamur. Yıkadıktan sonra da yumuşaklık hissi teninizde uzun süre kalıyor. Topuk çatlakları olanlara duyurulur!


Göl kenarında muhteşem kırmızı çiçekleri olan, 2-2,5metre yüksekliğinde ağaçlar dikkatimizi çekti. Bir yerlerde Erguvan ağaçlarının İstanbul'a Filistin'den getirildiğini okumuştum. Erguvan ağacına "Judas tree" denmesi bu sebeptendi (=redbud). Rivayet o ki, İsa'ya ihanet eden Yahuda kendini bu ağaca asmış. Efsaneye göre (efsanelere ara vermiştik ki, bir tane daha...) daha önceleri beyaz çiçekler açan erguvan, bu olaydan sonra, utancından (ağaç neden utansın ki? kader utansın!), kırmızı çiçekler vermeye başlamış. Bunlar bizim erguvanların akrabaları olsa gerek!

Göl kenarındaki tesislerde yemek yiyip, tekrar Amman'a dönmek üzere otobüslerimize bindik. Amman, Kraliyet Hava yolları ve İstanbul...

SONUÇ

Petra, şöhretini kesinlikle hak eden bir yer. Buralara tekrar gelecek olursam, önce Akabe'ye gelmeyi tercih ederim. Akabe'den Wadi Rum'a geçer, Lawrence'e yataklık eden yerleri gezerim. Oradan Petra'ya geçerim. Wadi Rum ve Petra'da konaklar, çöl kumunu koklar, yıldızları seyrederim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder