20 Ağustos 2010 Cuma

GÖKÇEADA

17 Ağustos 2010


Adada olmak, vapurda olmak gibidir. Denizin ortasında, bir yere gitmeyen, en derin sularda demirlemiş bir vapur! En sıcak günde bile serin bir tarafı vardır. Geceleri daha yıldızlıdır. Açık deniz seyri yapan bir gemideymiş gibi, hangi yöne dönseniz yıldızları görürsünüz. Adalı olmak da farklıdır, bir yaşam tarzıdır. İçindeyken karaya ne zaman çıkacağız derler, karaya çıkınca da vapurda olmayı özlerler. Rahattır adalılar. Tek aceleleri son vapura yetişmektir.

Evet, Gökçeada'dayım ve Son Vapur'dayım. Sağ elimde rakı bardağı, tabağımda sargos balığı, kenarında britane diye tuhaf bir ot, tereyağında karides, nar gibi kalamar halkaları, solumda paylarını bekleyen kediler, üstümde dolunay, karşımda karım, hafif bir esinti, biraz ileride kırmızı ve yeşil yanıp sönen deniz fenerleri...

Bu sefer de o günün şerefine içtik.

Balıkçı Arek'in yeri, Kaleköy sahilinde bir balık lokantası, ismi; Son Vapur! Neden? diye (cahilce) sorduğumda elini şöyle bir kaldırıp, denize doğru uzatarak, son vapur işte, adalının başka ne derdi olur? Kalktı mı, kalkmadı mı, yetiştik, yetişemedik falan derken, buraya da yanımızda getirdik! dedi... Bir kere daha sevdim adalı olmayı.

Yemekten sonra hediyelik eşya satıcılarını şöyle bir dolaşıp mendirekte yürüdük. Yeşil deniz fenerine sırtımızı verip, tam Adil Bey'in (pansiyoncumuz) tavsiyesine uygun bir şekilde, ayın batışını izledik. Gündüzün yorgunluğu, gecenin sessizliği, üzerimize çöken ağırlıkla motele döndük, tansiyon ilaçlarımızı yuttuk ve yattık. Güzel bir gündü.


18 Ağustos


Keşif seferine hemen arkamızda yükselen İmroz kalesinden başladık. Kaleyi fazla anlatmayacağım. Yazacağım her yeri "çok güzeldi" parantezine alabilirsiniz. Kaleden inen yolda, aynı sokakta, hemen her evin üzerinde ayrı bir sokak tabelası vardı. Serap hanım çıkmazı, Suzan hanım sokağı, Aşkım hanım sokağı gibi. Tabelalara bakarak inerken yolun kenarında eski bir kilise, güzel bir çeşme ve Mustafa'nın Kayfesi'ni bulduk. Bulduk ki ne buluş! Çınarların gölgesinde, Rum evlerinden geri kalan yıkıntıların arasında tahta masa ve iskemleler, bir taraftan kuşbakışı yemyeşil bir ova ve mis gibi dibek kahvesi... Hele o masa örtüleri! (Bu geçişi lafı dolandırıp, jalenin sahip olmak için her şeyi göze aldığı masa örtülerine getirmek için yazıyorum). Sonunda Mustafa'lar bir örtüyle kurtulabileceklerini anlayınca verdiler gitti...

Dönüş yolunda arkamızdan esen rüzgar çınar yapraklarının sesini ve dibek kahvesinin kokusunu taşıyordu...


Serinlik duygusu bir müddet sonra yerini sıcağa bıraktı. Tam deniz zamanıydı! Güneye Kefaloz koyuna doğru uzandık. Havada, bir o yana bir bu yana gidip gelen paraşütler çok uzaktan dikkatimizi çekti. Koyun kumsalında onlarca genç insan ya karavanla gelmişler ya da çadırlarını kurmuşlar, paraşütlerinin peşinden uçmamaya çalışıyorlardı. Keyif aldıkları kesin, fakat bizim için fazla sıcaktı ve tek bir gölge yer bile yoktu. Mayolarımızı giyip denize girecekmiş gibi yaptıktan sonra, fazla oyalanmadan arabaya kaçtık. Ver elini Aydıncık plajı...


Aydıncık plajı, kenarında korunacak, bir şeyler atıştıracak yerler olan gayet uzun bir kumsal. Kumsal aynı şekilde denizin içinde de devam ediyor. Hoş tarafı, ortadaki kumsalın bir tarafında deniz, diğer tarafında ufak, sığ bir göl bulunması. Bir çeşit tuz gölü. Adı tuz gölü, dibi de balçık olunca, konu hemen balçığın nimetlerine ve cildi ne kadar güzelleştirdiğine bağlanıyor. Etrafta aç balıkçıllar ve çamura sıvanmış hatunlar dolaşıyor. Biz şöyle uzaktan bakıp geçtik. Tam Burhan beyin dediği gibi; sizin ne ihtiyacınız var Nakiye hanımcığım! (Dekor Gökçe Motel, sahne bir; Burhan bey her zamanki baş hareketiyle saçlarını geriye atar, gözlerini kısar, delici bakışlarıyla Nakiye hanımı en hassas yerinden yakalar! Bu sahnede Nakiye, Jale veya Jale, Nakiye hanım oluyor, Burhan da pansiyon sahibi...)


Diz boyundaki bu gölde acemiler sörf çalışırken, daha deneyimli olanlar deniz tarafını kullanıyorlardı. Baktık ki bizim gibi emeklilere yer yok, biz de kıyıdan kıyıdan yürüdük. Deniz o kadar sıcaktı ki insan suya girdiğini bile hissetmiyordu. Tam da romatizmalarıma göre! Üzeri hasırlarla örtülmüş, gazinomsu bir yerde park edip deniz-çay-deniz-çay-köfte-deniz-çay-deniz keyfi yaptık. Düşüp de kalkamayan sörfçüleri seyredip, adamın teki gitti de gelemiyor diye ortalığı telaşa verdik! Meğerse balık adammış, biz ne bilelim? Ancak o kadar gördük!



Öğleden sonra eskiden kalma, yuvarlak, iri taşlı köy yolunu tıngır mıngır tırmanarak (dönüşte arabamı satacağım) Zeytinliköy'e geldik. Adada tüm köyler yüksek yerlere ve adanın iç taraflarına bakan yamaçlara kurulmuş. Deniz tarafından bakan korsanlar görmesin, tarım yapılan ovalık alanlara kolay ulaşılabilsin diye. Köyün tamamı 35-40 dakikada gezilebilecek büyüklükte. Girişteki kilise pazartesi günleri kapalıymış. Zeytinliköy hakkında broşürlerde anlatılan her şey köy meydanında toplanmıştı. Meydan dediğim, 4-5 dükkanla çevrili bir yol ağzı. Madamın Kahvesi, Panayot ve Orhan Karatay'ın kahveleri, tatlıcı Hristo, biraz ileride de ufak bir çamaşırhane vardı.


Dışarıdan bakınca en güzeli Madam'ın kahvesiydi, fakat madam evde yoktu (!). Kahvesinin önünde elini çenesine dayamış oturan Orhan efendi acıma duygularımızı canlandırdı ve onun kısmeti olmaya karar verdik. Naylon örtülü üç masadan en kenardakini seçtik, oturduk. Sakızlı muhallebilerimizi söyledik. Karşıdaki Panayot, Bartholomeos'un dayısı filan mı ne oluyormuş, bir şekilde Rum'lardan yolunu bulur diye düşündük. Yüzyıllık berber koltuğunu da gördüğümüze göre, mesele kalmadı! Dibek kahvemizi içerken, bizim kahvehanenin de sıradan bir yer olmadığını fark ettik. Burayı özel yapan şey, uğrayıp kahve içen, sonra da kırk yıllık hatırını duvarlara işleyen yolculardı. Duvarlardan en arkada olanı, ufak kağıtlara yazılmış her çeşit dilek ve tekrar geleceğim mesajlarıyla kaplanmıştı. "...tekrar gelmeyeceğim" mesajları da demokrasi ve azınlık hakları açısından çok önemliydi!

"Geçirdiğim en kötü tatil, kocam sağolsun..."

Diğer duvarda anı fotoğrafları vardı. Hani dilek tutmuşlar da, dilekleri yerine gelince geri gelip adaklarını yerine getirmişler gibi...


Sonra kasabanın çıkışına doğru yürüyüp, yokuşu çıkarken dikkatimizi çeken Evstratia'nın Ciciria evini bulduk. Bizi kapıda Ege karşıladı. zavallı Ege! Yalnızlıktan bunalmış, kafese kapatılmış bir kuş gibi yoldan geçen herkese takılıyor, merhaba, nereye gidiyorsun? nereden geliyorsun? Cevap alamasa da vazgeçmiyor; hey, nereye gidiyorsun? Sonra korktuğum başıma geldi ve tüm ilgisini bana yöneltti. Neyse ki manzara muhteşem, ev sahiplerimiz latif, Ciciria da gayet leziz (üzerinde zeytinyağı, nane ve kekikle karışık taze keçi peyniri bulunan, fırında pişirilmiş bir çeşit pide). Ege dahil, her şeye katlanabilirim... Vişne ağacı altında buz gibi "vişinada" içmek de hediyesi!


Oradan Tepeköy'e geçtik...


1964 ve 1975 yıllarında terk ettiklerinde Agridia'ymış köyleri. Dönüşleri, Meryem ana panayırı için, Tepeköy'e olmuş. Aya Dimitri tepesinin bir yanında, 625 yaşlarında olduğu söylenen çınarın az berisinde, Ege'yi seyrederken tanıştık onlarla. Karşıda, hayal meyal, Semadirek adası görünüyordu. Gençler piknik modunda, yaşlılar hüzünlü bir sükunet içindeydi. Eskiden de akşamüstleri gün batımını seyretmeye buraya gelir, ateş yakar, içki içerlermiş. Bizim acele edişimiz de güneşi yakalamak içindi, fakat hayal kırıklığına uğradık. Güneş battığı için değil, güneş denizin üzerinden batmadığı için. Belli ki başka bir mevsimde denizin üstüne rasgelecek! Dönüş yolunda, diğerlerine katılmak üzere yürüyen genç-yaşlı insanları gördük, hepsi adalı Rumlardı. Köydeki evlerini süpürüp temizlemişler, gün batmadan önce Çınaraltı'na yetişmeye çalışıyorlardı.


Barba Yorgo'nun adaya dönüşü onlar için bir işaret olmuş, her sene gelmeye çalışıyorlarmış. Türkçeyi de unutmamışlar. Böylesine uğramak iyi ama devamlı kalmak isterler mi bilmiyorum. Çünkü hiçbir şey onların bıraktığı gibi değil. Ayakta kalan çok az sayıda ev var. Fakat birkaç işaret var: evlerin önemli bir kısmında onarım çabası var ve bir okul açmak istiyorlar. Barba Yorgo'nun tavernası ise (şimdilik) banttan müzik çalınan bir kır gazinosu. Manzarası ise müthiş; hemen dibinde sıra sıra üzüm bağları, uzakta küçük bir gölet ve yemyeşil tarlalar. Agridia da "küçük tarlalar" demekmiş zaten...


Akşam hava kararırken Kaleköy'e döndük, Jale'nin vicdan borcunu ödemek üzere Mustafa'nın kayfesine tekrar gittik.


19 Ağustos

"Bornova Anadolu Lisesini kazanacağım. Sonra çocuk doktoru olacağım. Boş zamanlarımda bu köyü ziyaretçilerine anlatmaya devam edeceğim" Dereköy'lü Handan!

Türkiye'nin en batı ucunu, İnce burun ve Gizli Limanı, Marmaros şelalesini görüp bir yerlerde de denize gireriz diye yola çıktık. Dereköy'ün önünden geçerken yavaşladım ve durdum. Köye girip girmemek konusunda çok kararsızdım. Ulu bir çınar ağacının altında hediyelik eşya satan çocuklar vardı. Şöyle bir baktım, çok cazip gelmedi, devam ettim. Marmaros'a doğru sapınca orman yolunun kapatıldığını gördük. Birileri bize; köye gidin mesajı veriyordu sanki. Biz de onu dinledik ve geri döndük. İyiki de dönmüşüz.



Handan Kurt çınar altında gördüğümüz çocuklardan birisiydi. 12 yaşındaydı. Bize köyü gezdirebileceğini söyleyince arabaya alıp köye doğru yöneldik. Oraların en büyük çamaşırhanesini, birkaç yıkıntı evi ve büyük bir zeytinyağı imalathanesini gezdik. Gördüğümüz boş evler, sahipleri taşınmış gibi değil, terk edilmiş gibiydi. Dereköy 50'li yıllarda Türkiye'nin en büyük köyüymüş. Şimdiyse sadece 50-60 evde yaşam belirtisi var. 64 olayları, 74 harekatı derken, büyüklerimizin aklına, adayı açık cezaevi olarak kullanmak gibi parlak bir fikir gelmiş. Bu kadarla da kalmamış. Bir gece yarısı kapılar açılmış, tüm mahkumlar adaya salınmış. Savaşta bile kaçmayanlar için adada sığınacak köşe kalmamış. Dolayısıyla köyler neredeyse tamamen boşalmış. Handan'ın babası buraya hapishane gardiyanı olarak gelmiş ve yerleşmiş. Ada, gardiyanlar için de bir sürgün yeri olmuş. Ne onlar, ne de sonradan gelenler adalı olmayı tam olarak benimsemiş.

Handan çok bilmiş edasıyla hem anlatıyor, hem de bizi sınavdan geçiriyordu. Bu evler gardiyanların kaldığı evler, burası çamaşırhane, burası zeytinyağı yapılan yer... Bu alet nasıl çalışır? Büyük taşlar ne işe yarar? Eşek sığacak yer yoksa bu taşlar nasıl döner de zeytinleri ezer? Binsekizyüzlü yıllarda gemiler neyle çalışırdı? soruların sadece bir kısmı. Sınavı geçtiğimizi düşünüyorum. Çamaşırhanenin pis bırakılmasına da çok sinirlendi. Sık sık gidip oraları temizliyormuş. Ayrılmadan önce; buraları bırakıp giden, adalı Rumlar geri dönseler, bu köyler yeniden canlansa ne iyi olurdu değil mi? diye sordu. Ona katıldığımızı söyledik. Oralara gelip gezenler içinde bunu isteyen çok az Türk varmış...


Hoşca kal sevgili Handan!


Ayrılmadan önce bizde iz bırakan 3 Norveçli dostu anmak istiyorum. İlk gün karşılaşıp "hi" ve "by" seviyesinde kaldığımız Nils, kardeşi olan sıcak kanlı, konuşkan Birgitte ve onun "cool" erkek arkadaşı Svein. Ta Norveç'ten yola çıkıp tren yolculuğu yaparak İstanbul'a ve oradan Gökçeada'ya gelmişler. Oslo'ya bu mevsimde çok turist geldiği için (!) onlar da orada kalmayıp bu geziyi planlamışlar. "Meryem Ana" festivalini izlemek için de geziyi adaya kadar uzatmışlar. İyi de etmişler. Konu nereden açıldı bilemiyorum ama, biraz Troy, biraz Poseidon, Odin derken Dumuzi, İnanna ve eski tanrılardan konuştuk. Brigitte kuzeylilerden umulmayan bir samimiyetle bizi Oslo'ya davet etti. Ertesi sabah ayrılırken Svein bir kağıdın üzerine yaptığı karakalem desenin arkasına Norveç'teki adreslerini yazarak bizi uğurladı. Çok hoş bir jestti. Aradan bir ay geçtikten sonra Birgitte'den bir mektup aldım. Kopenhag - Göteborg arasında yaptıkları tren yolculuğunda, Svein'in not tuttuğu günlük kaybolmuş. Anılar, çizdiği desenler, resimler, hepsi... Demek oluyor ki, aşağıdaki çizim Türkiye gezilerinden geriye kalan tek çizim olacak!



TAVSİYE: 3-4 günlük kısa bir tatil için Bozcaada ve/veya Gökçeada'ya gidilebilir. Zevkinize göre. Bir kere daha gider miyim? Evet. Her yıl gider miyim? Hayır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder