24 Aralık 2012 Pazartesi

VİETNAM

Neden öldürüyoruz birbirimizi, biraz beklesek zaten kendiliğimizden öleceğiz.... Çin atasözü

Kasım ayında, kurban bayramı tatilinden istifade, Çinhindi yarımadasına gittik. Vietnam'dan başlayarak Kamboçya'ya, Oradan da Thailand'a geçtik. Tüm gezi programını kızım Zeynep hazırladı. Biletlerimiz aldı, otelleri ayarladı, hava alanı transportları, yerel geziler derken elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmadan gittik gördük, geldik. Her zaman yolculuk öncesi aylarca hazırlık yapan ben, bu sefer Zeynep'in titizlikle hazırlayıp elime verdiği notlardan başka hiç bir şey okumadım. Nedense içimden gelmedi. Tutukluk yapan eski bir Winchester tüfek gibiydim.


Ne de olsa Vietnam! Bildik bir yer. Bir zamanlar Siirt'ten, Muş'tan, Bitlis'ten daha fazla haber olmuştu gazete, radyo ve daha sonra televizyonlarda.  Orada, binlerce kilometre ötede sulak ovalarında pirinç yetişen, semalarında kuştan çok helikopter olan, ormanları bolca sülüklü bir yer olduğunu hepimiz biliyorduk. Sokaklarında politikacıların, casus, hırsız ve fahişelerin cirit attığı Saigon da oradaydı. Kötülerin hepsi komünistti ve amaçları dünyayı ele geçirmekti. Bizi sadece Rambo kurtarabilirdi. Kısacası yeraltında çekik gözlü insanların yaşadığından fazlasını biliyorduk. Daha doğrusu orada insanların öldüğünü...  

Fransızlar bir bakıma şanslıydılar. 1884'te Çinhindi'ni işgal ettiklerinde ve daha sonra Viet Minh'le takıştıklarında bununla pek az ülke ilgilenmişti. İlk gelişlerinde devir koloni devriydi ve dünya 5-6 ülke tarafından adeta paylaşılmıştı. Ho amca bağımsızlık ateşini yaktığında da ikinci dünya savaşı yeni bitmişti ve herkes kendi derdindeydi. Muhabirlerin bir haberi halka duyurmaları günler alırdı. Radyolar elde taşınmaz, nedendir bilmem, arada sırada tokatlanmazsa çalışmazdı. Yıl; 1946.

"Son gelişlerinde Çinliler, binlerce yıl kaldılar. Fransızlar yabancılardır. Zayıftır. Kolonyalizm ölüyor. Beyaz adam Asya'da bitmiştir. Fakat Çinliler şimdi kalırlarsa, bir daha asla gitmezler. Ben, hayatımın geri kalan kısmında Çinlilerin bokunu yemektense, beş yıl daha Fransız boku koklamayı tercih ederim." — Ho Chi Minh, 1946

Anlayan anladı. Önce Çinli işgalciler defedildi. Sonra sıra Fransızlara geldi. Vietnam halkına lambalı radyo muamelesi yapan Fransızlar lambaların kızıştığını ve patlamak üzere olduğunu anlamadı. En demokrat Fransa "demokrasi gelecekse ben getiririm" dedi, halkı adam yerine koymadı, zaten başlarındaki adam da ufak tefek bir şeydi, "şimdi tutar, kulağını çekerim" dedi, fakat çuvalladı. Olacak şey değildi, ama oldu. Fransa hem savaşı hem de kolonisini kaybettiğinde "Texas Instruments" ilk silikon transistörü yaptı. Yıl; 1954. 

Vietnam'ın tamamı elden gidiyordu. Kendilerini dünyanın yeni düzenini korumakla görevlendiren çağdaş tapınak şövalyeleri Cenevre'de toplanıp Vietnam'ı ikiye böldüler. Haritaya bakıp 17nci paraleli uygun gördüler. Güneydeki topraklar ve Saigon, doğal olarak işbirlikçilerin oldu. Vietnamlının kafası bu enlem-boylam işine yatmadı. Yıllardır dağ bayır gezerlerdi, bu çizgileri hiç görmemişlerdi. Anadolu nasıl "Akdenize kısrak başı gibi uzanan" bir memleketse, onlar için de ülkeleri bir Kükreyen Ejder'di. Ejderin beyin kısmını mesken edinmiş bir bilene sordular. Ho amca sakalını sıvazlayarak; "Kükreyen Ejder'in boynunu kestiler" dedi. O sırada Rocky Marciano dünya boks şampiyonu, Sylvester Stallone 8 yaşındaydı. Henüz Rambo'ya ihtiyaç yoktu. Yıl; 1954

Ho Amca 64 yaşındaydı. Japonlara karşı savaşmıştı, Çinlilere karşı da, Fransızlara karşı da... Bölünmeye karşı da savaşırdı. Güneyle birleşme için halk oylaması istedi. Yeniden ringe çıktı. Bac Ho, yani Ho Amca gardını aldığında, karşı köşedeki rakibin değiştiğini pek kimse farketmedi. Ho Amca gözlüklerini dikkatle çıkartıp katladı, ringin hemen kenarında duran bir çocuğa verdi. İyi sakla, dedi. Gözlüksüz iyi seçemese de, rakibin şortundaki değişiklik dikkatini çekti. Şortun renkleri aynı fakat çizgileri farklıydı. İlaveten bir sürü yıldız vardı. Fransız çaktırmadan ringden inmiş, eldivenleri Sam Amca giymişti. 
İlk renkli televizyon yayındaydı ve şortun renkleri apaçık ortadaydı. Yıl; 1963.


Mc Carthy ölmüş, fakat McCarthy'cilik ölmemişti. Truman Doktrini yeniden gündemdeydi. Yankilerin gerekçeleri açıktı; Kuzeyde Mao'dan destekli Marksist Leninistler vardı ve başları ezilmeliydi. Silah tüccarları ellerini ovuşturuyor, sol avuçlarını kaşıyorlardı. Savaşın tüm çirkinlikleri ve acımasızlığı sürerken makyajcı Holywood sermayesi de şova katıldı. King Kong şehre inmiş ve fincanlarımızı kırmıştı. Öyleyse adları Viet Kong olacaktı. Vietnam savaşını konu alan ilk film çekildi; "Viet Nam'da bir Yanki" Anlı-şanlı deniz piyadelerinin bir uçağı düşmüş ve yakışıklı pilot, Vietnamlı bir kadın gerilla ile karşılaşmıştı. Aksi olması zaten mümkün değildi! Yıl; 1964.

Savaş tüm kötülükleriyle devam ediyordu. Eski savaşlardan tek farkı, Amerikan halkının oturma odasında "donut" yiyerek savaşı izleyebilmesiydi. Tabii ki Yankilerin istediği kadarını. Bu sıralarda İstanbul'lu bir grup mutlu azınlık İTÜ televizyonunda Fecri Ebcioğlu'nu izliyor, izlemeyenlere anlatıyordu. Benim televizyonla ilişkim Cassius Clay'in boks maçları dolayısıyla başladı. Sony Liston'la yaptığı şampiyonluk maçını, soğuk bir şubat sabahı, saat üç-üçbuçuk gibi, bir mağazanın vitrininde duran siyah beyaz televizyon ekranından seyrettim; Yıl 1964. Neyse ki yalnız değildim. Clay daha sonra "Muhammet Ali" oldu. "Vietnam'lılar bana hiç bir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım!" diyerek askere gitmeyi reddetti. 5 yıl hapse mahkum edildi. Lisansı ve pasaportu elinden alındı. Vietnam'dan gelen cenaze kolilerinin artması ve halkın "ne oluyor?" homurtuları ilgilileri tedbir almaya sevketti. John Wayne kovboy şapkasını çıkarıp yeşil bere giydi. Emektar Winchester'i atının terkisine bağladı. M16 tüfeğini alıp elinde şöyle bir tarttı, fularını bağladı, bir Vietkong generalini kaçırmaya, Vietnam'a gitti. Yıl; 1968.

Uzun lafın kısası, savaş Vietnamın iki yakasının bir araya gelmesiyle sona erdi. Yıl; 1975. Aynı yıl Türkiye ilk defa "Örovizyon" şarkı yarışmasına katıldı, Semiha Yankı sonuncu oldu. Bunların bizim konumuzla ilgisi yok. Microsoft firması kuruldu. Bunun da yok. Angelina Jolie doğdu. Bunun var, ama gezinin devamında, az sonra; yıl 1975...

Amerika'ya göre 220-320bin güney Vietnamlı asker, 60 bin Amerikan askeri öldü veya kayboldu. Hanoi'ye göre kuzey ve güneyde toplam dört milyon sivil ile bir milyondan fazla kuzeyli asker hayatını kaybetti. Ölüm makineleriyle savaşı kazanamayacağını anlayan (veya anlayamayan) Yankiler çeşitli kimyasallar ve yangın bombaları kullandılar. Zannettiler ki bitki örtüsü yok olursa Vietkongluları daha rahat avlarlar! Toprakların üçte biri zehirlenerek kullanılamaz hale geldi. Sakat doğumlar, genetik defektler, kronik hastalıklar, psişik sorunlar da cabası! Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman işe yaramamış olan bu yöntem orada da bir fayda sağlamadı. Pardon, bazı faydaları oldu tabii ki; "agent orange" adlı ünlü ölüm tozunu üreten Monsanto firması köşeyi döndü. Aynı firma halen GDO'lu tohumlar üretip dünyaya pazarlamakla meşgul! Yıl; 2012


FİLMLERDEKİ VİETNAM

Kendi ülkemizden sonra en çok dertlediğimiz ülke, uzun seneler Vietnam oldu. Yetmişli yıllarda gençler "Ho Ho! Ho Şi Minh! Bir, iki, üç! Daha fazla Vietnam!" sloganları atarak yürüdüler. Savaş sırasında olan biteni ya gazetelerden ya radyodan, daha sonraları da televizyondan öğrendik. Vietnam savaşı hakkında onlarca film seyrettik. Fakat hiçbirisi 1968'teki tek bir fotoğraf kadar gerçek değildi. My Lai Katliamı fotoğrafları tüm dünyayı sarstı. ABD başkanı Nixon "fotomontaj olduğundan kuşkulanıyorum" dedi. Savaş sırasındaki propaganda filmlerini, savaştan sonra eleştiri filmleri izledi. "Avcı" filminde savaş sonrasının acılarını yaşadık. Yıl 1978. Filmi "Tanrı Amerikayı korusun" şarkısıyla bitirdik. "Kıyamet" filminde kendi savaşını yapan bir albayı, "Müfreze" filminde barış ve savaş yanlılarının çatışmalarını gördük. Kıyamet filminin bir sahnesinde Amerikalı askerler bir köye baskın yaparlarken, kayıt yapan TV kameramanı "şavaşıyormuş gibi yapın" diyordu. Aslında "gibi" yapmaya gerek yoktu. Savaş da ölümler de gerçekti. Yenilik olarak, televizyon sahaya inmişti. Yıl 1979 ve 1986. Robin Williams "Günaydın Viet Nam" dediğinde artık gizli saklı pek bir şey kalmamıştı. Yıl 1987. Herkes savaşın kötü bir şey olduğuna dair hemfikirdi. Fakat bu, yeni savaşların olmaması için yeterli olmadı.

Vietnam tarafından bakınca da durumun pek farklı olmadığını gördüm. Onlar da kendi filmlerini çekmişler. Hanoi film stüdyoları 1956'da kurulmuş. Çekilen ilk konulu filmin adı savaşma amaçlarını özetlemiş: "Aynı nehirde hep birlikte". 1965 ve 1973 yılları arasında 463 haber filmi, 307 dokümanter, 141 bilimsel film çekilmiş. Konulu film sayısı 36. Bunların çoğu Moskova film festivalinde ödül kazanmış. Doğal olarak bunların hiçbirinden haberimiz olmamış.




VİETNAM'A GİDİYORUZ

Vietnam'a gitmek olayı her bakımdan heyecan vericiydi. Okuduklarımız, gördüklerimiz ve duyduklarımız heyecan dozunu artırıyordu. Sonunda gittik, ama pek kolay olmadı. Her şeyden önce Vize almak çok zordu. Hizmet ve hususi pasaport sahipleri için 90 güne kadar muafiyet vardı. Fakat "umuma mahsus" pasaportlar için problem vardı. Bizim gruptaki "umum" kişi Hazal oluyordu. Zeynep bu sorunu Hanoi'deki "Handspan" Turizm şirketiyle çözdü. "Halong Bay" için 2 günlük bir tür ayarladı. Kişi başı 160 dolar yatırdık. Hanoi'den minibüsle hareket edip, Kızılırmak deltası boyunca giderek Halong şehrine varacak, burada "Treasure Junk" yelkenlisine binecektik. Halong körfezinde turlama, kanolarla mağara gezisi, güvertede aperitif ve akşam yemeği, vs vs vs...

Zeynep programı yazıp gönderdi:

25 ekim 0:40'ta Yeşilköy'den hareket, 17:05 Ho Chi Minh şehrine varış. Bundan sonra şehre kısaca HCMC diyelim. Ya da Saigon veya Saygon, bunu daha çok seviyorum. Anlamı; Kapok ağacı ormanı. Otelin servisi hava alanına gelecek. Bizi bulacak. Bui Vien sokağında Beautiful Saigon Oteline gidilecek. İki gün kalınacak. 20 dolar yol, 122 dolar otel, dört kişi 144 dolar ödenecek. Sudan ucuz. Su 1 dolar, ama laf öyle geldi...

26 Ekim; "War Remnants" müzesi, Bitexco Finans Binası, 262 metre yüksekteki CD rafından Saigon'a bakış. Burada bir de Mekong nehri turu vardı. Fakat şehri mi görelim, nehirde mi gezelim derken, şehirde karar kıldık. Fazla vaktimiz yok.

27 Ekim, saat 12:35 Air Mekong ile Hanoi uçuşu. Bir saat sonra Hanoi, yarım saat sonra eski şehrin merkezinde, 17 Hang Hanh Street, Hoan Kiem her neyse: Madam Moon Guesthouse. Otel servisi 16 dolar, 2 gün kalış, dört kişi toplam 114 dolar.  

28 Ekim Halong Bay!!!! 29 Ekim Halong Bay!!!! 16:30'da dönüş, konaklama Madam Moon. Gece Kukla tiyatrosu...

30 Ekim 17:10 Viet Nam Hava yolları ile Siem Reap'a uçuş...


SAYGON HAKKINDA NOTLAR

Saygon, Saygon nehrinin Güney Çin Denizine döküldüğü yerde kurulmuş. Saygon Nehri gayet geniş ve üzerinde yoğun taşımacılık yapılan bir su yolu. Kamboçya ve Mekong deltası ile de irtibatlı. Nehir kenarındaki iskelelerde bekleyen teknelerden birisine binerek Mekong turu yapmak mümkün. Tur sırasında Vietkong'lulardan kalan tünelleri de gezdiriyorlar. Ayrıca nehrin şehrin içine dalan kollarında 2-3 saatlik kısa bir gezi de yapılabilir. Gözünüzü karartırsanız, Mekong yoluyla Phnom Penh'e ve Siem Reap'a kadar gidebilirsiniz...

Saygon Saygon olmadan önce "Prey Nokor", Prey Nokor olmadan önce de, yaklaşık üçyüz yıl ediyor, ufak bir balıkçı köyüymüş. Nokor, Khmer dilinde şehir veya krallık demek. "Prey" ise orman. Bu durumda "Prey Nokor" orman şehri oluyor. Kastedilen orman "kapok" ormanı. Pamuk çubuğu filan gibi bir anlamı var. Zamanla Vietnamlılar çoğalıp Kmerler azalırken orman şehri de liman şehrine dönüşmüş. Kmercesinin Vietnamcası "Sai Con veya Sai Gon" olmuş. Saygon'da öğrendiğimiz Vietnamca kelimelere gelince; "Gam on" gibi söylenen "Cam on" teşekkür ederim, "Sim çao" merhaba, "Pho" erişte çorbası demek. "Nam" güney anlamına geliyor. Tuvaletlere kendi dillerinde ne dediklerini bilmiyorum ama "happy room" denilince neyin kastedildiğini biliyorum. Vietnamca bilgimiz bu kadar.

1859 yılında Fransızlar; artık burası bizim olsun demiş. Erzurum nasıl doğunun Paris'i ise, Saygon da daha uzaktaki uzakdoğunun Paris'i olmuş. Bu nedenle şehrin her tarafı Fransız mimarisinin güzel örnekleriyle dolu. İndoçin'deki hemen tüm ilkler bu şehirde yaşanmış. İlk kaldırım, ilk su kulesi, ilk demiryolu, ilk elektrik, ilk otomobil, ilk kanalizasyon borusu vs vs... İlk sokak lambaları başlangıçta hindistan cevizi yağıyla yakılıyormuş. Fransız aydınlanması bu olsa gerek. Bağımsızlık olayını da önce Fransızları, sonra Amerikalıları kovarak halletmiş, tek partili bir cumhuriyet kurmuşlar. Demokrasi ne alemde bilmiyorum. Demokrasi denen şey kelle hesabıyla olmuyor. Olsaydı dışarıdaki 50 küsur ve içerideki 4 partiyle bizde olurdu..

Hava durumu

Saygon'da geçirdiğimiz 2 gün hava gayet güzeldi. Daha iyisi yağış yoktu. Yağış mevsiminin sonunda gelmişiz. İnce uzun şekli dolayısıyla, ülkenin güney ve kuzeyinde farklı iklim şartları var. Güney Vietnam, karı kışı olmayan, üç mevsimli bir ülke. Saygon civarında mart ile mayıs-haziran arası sıcak ve kuru, haziran-temmuz'dan kasıma kadar yağışlı, aralık-şubat ayları kuru ve serin geçiyormuş. En sıcak ayları nisan! Bu iklim durumu dolayısıyla turistler için tavsiye edilen aylar aralık ile şubat arası... Yağış öncesi artan nem insanı bunaltıyor. Yağış sonrası gayet iyi. Yağışlı dönemde sivrisinekleri önlemek pek zor deniyor ama, biz ne kara sinek gördük, ne de sivri! Açıkta satılan etlerin üzerinde bile karasinek görmedik. Şu ilacın adı neydi? Turuncu ajan?

Kuzey Vietnam'da ise mevsim sayısı dörde çıkıyor. Mart-nisanda ilkbahar, kıyı bölgeleri şubat-nisan arası nispeten serin ve yağışlı, yaz mevsimi sıcak ve ıslak, ekim-aralık arası sonbahar. Kışın Hanoi'de ısı 15 dereceye kadar iniyormuş. Buna da kış diyorlar. Yükseklerde kar bile oluyormuş. Vay canına!

Dinsel şeyler

Halkın çoğu Budist. Sonra katolikler geliyor. İlle de kilise göreceğim diyenler için, kolonyal dönemden kalan Notre Dame Katedrali var. Budistlerin çok katmanlı tapınaklarına  ise pagoda deniliyor. Sadece dua için yapılan tapınaklardan biraz farklı olarak bunların içinde genellikle kutsal emanetler vs oluyor. En büyük Budist tapınağı katedralin 2 km kadar kuzeyinde, Taoist imparator Jade için 1909 yılında yapılmış. Bu nedenle resmi adı Jade Emperor Pagoda. Fakat içinde bir sürü kaplumbağa olduğu için halk ‘Tortoise Pagoda’ diyor. Bir de hava alanından gelirken dikkatimizi çeken Xa Loi Pagoda var. Bu pagoda 1950'de yapılmış ve bir din adamının (keşiş, monk) savaş sırasında kendini yakmasıyla ünlü. İkisinden birisine gidelim diye niyetlendik, fakat bir şekilde zaman ayıramadık. Ayırdığımızda da hava kararmak üzereydi. Taksiyle gidelim dedik. 1 saat uğraştık, hiçbir sürücüye bu pagodayı anlatamadık. Haritadan bile anlamadılar. Ya da, daha kuvvetle muhtemeldir, bizim taksiciler gibi mesafeyi kısa buldular. 

Yanlış anlaşılmasın, ne bir katedrale gittik, ne de bir pagodaya. Sadece teşebbüs halinde kaldık. Onun yerine, her evin ve banka, lokanta dahil, hemen her iş yerinin girişindeki minyatür pagodalarla yetindik. Asıl adlarının ne olduğunu öğrenemedim. Onun için yazının burasından sonra bu küçük dua kabinlerinden bahsetmem gerekirse "sunak" diyeceğim. Bu sunaklar genellikle bir metre kadar yükseklikte, ışıl ışıl ve gayet süslü oluyorlar. Ana temaları da oturan Buda. Bazılarının önünde oyuncak bebekler, ördekler ve hatta küçük kaplarda japon balıkları oluyor. Orta yerinde mumlar yanıyor. İnsanlar eve, dükkana veya bankaya, her nereye olursa, girmeden önce sunakların önünde saygıyla eğilip ellerini birleştiriyor ve birşeyler mırıldanıyor...

Şehir merkezi

Şehrin Merkezi "City Hall" civarı. Burası bizim otele 20 dakikalık yürüme mesafesinde. Ben Than pazar yerinin arka kapısından çıkıp kuzey doğuya doğru gidince önünüze çıkan "Lam Son" meydanı ve geniş bulvar merkeze geldiğinizi gösteriyor. Bulvarın orta alanındaki yeşilliğin bir ucunda Ho Amca'nın güzel bir heykeli var. Onun arka tarafında "City Hall" gözüküyor. Bina 1902-08 arasında otel olarak yapılmış. Kolonyal stilde müthiş gösterişli bir yapı. İçinde ne var derseniz, bilmiyorum. Turist girişine yasak. 1975'ten sonra "HCM Şehri Halk Komitesi Merkezi" olmuş. Vietnam'ın tam adı; Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti. Baştaki parti, daha doğrusu, mevcut tek parti; Komünist Parti. Bunu bilince halk komitesi olgusu bir anlam kazanıyor. Bu binanın batı tarafında 1885 yapımı neoklasik bir yapı olan "kent müzesi" var. Burası ziyarete açık, fakat erken gitmek lazım, dörtte kapanıyor.

Bulvarın diğer ucu Saygon Nehrine kadar uzanıyor. Bu yolun iki kenarında ve yakın çevresinde gayet lüks bir yerleşim var. Kafe, otel ve restoranlar, alışveriş merkezleri ve lüks mağazalar gibi. Saygon Operası da burada, Lam Son Meydanında. Bina 1897'de bir Fransız mimar tarafından yapılmış. 1956'dan sonra bir süre "Lower House Assembly of South Vietnam" olarak kullanılmış, her ne demekse! 1975'te tekrar tiyatro olmuş. "Belediye Tiyatrosu" olarak da biliniyor. 

Tuk tuk 
 

Tüm İndoçin'de ulaşım için çok yaygın olarak 3 tekerlekli taşıtlar kullanılıyor. Bunlar nispeten ucuz ve pratik. Fakat ucuzluğu biraz göreceli! Hevesli gözükürseniz tarife bir anda müze fiyatına dönüşüyor. Satın almak daha ucuza gelebilir. Onun için genel fiyat eğilimlerini daha oteldeyken öğrenip çıkmak lazım. Bir kısmı motorlu, bir kısmı motorsuz, bacak gücüyle çalışıyor. Bu tarz araçların genel ismi, İngilizcede "auto rickshaw" "tricycle veya mototaxi". Bisikletli olanlar; Cycle rickshaw, bike taxi, velotaxi, Pedicab, bikecab veya kısaca cyclo. Yolcu önde, genellikle üstü kapalı, koltuk gibi bir kısımda yaslanarak rahatça oturuyor, sürücü arkada pedal çeviriyor. Jakarta ve Endonezya gibi bazı ülkelerde "beca veya becak" diye de geçiyor. Önde motosiklet olup, yolcuların arkada oturduğu araçlara "Tuk tuk" deniliyor. Motorluların (motorbike taxi) yerel ismi "Xe om", fakat turistler, biz dahil hepsine tuk tuk dedik, oldu bitti. Tuk tuk, Kenya, Tanzanya, Mısır ve Asya ülkelerinde de geçerli, yaygın bir isim. Eskiden bizde de buna benzer, Arçelik firması tarafından yapılan, triportör denilen taşıtlar kullanılırdı. Yolcular arka tarafta karşılıklı oturur, dizleri birbirine değerdi, tabii gözleri de... Türk halkının yaratıcı zekası bunlara güzel bir isim bulmuştu; göz göze - diz dize!

Dong, çay ve kahve

Bir litrelik şişe suyun fiyatı 10000 veya 30000 Dong arasında değişiyor. Bir USD = 20000 VND, Vietnam parası, kısaca Dong. Bazı lokantalarda bir bardak çay 3000-5000 VND. Hiçbir yerde bedava su yok, fakat çay var. Ortalama birçok lokantada, bir şeyler ısmarladığınızda otomatik olarak masaya önce birer büyük bardak çay (cha veya tra) geliyor. Bardak bittikçe dolduruyorlar. Önceleri ısmarlamadık filan diyorduk ama, anladık ki bu kısım bedava ve birisi bardakları devamlı doldurmakla görevli. Lezzet ve rengi kesinlikle bizim bildiğimiz çaya benzemiyor. Sarı, sıcak, ancak susuz kalınınca içilecek bir şey. Kahveler ise son derece sert. Bu da ancak kahvesiz kalınca içilir! 

Güzel Saygon Oteli               
                                              
İsmi sonradan değiştirilen yerlerde genellikle eski isimleri unutturmanın bir yolu, fiziki olarak o ismi her yerden silmektir. Halkın hafızası buna bir süre dayanır, fakat birkaç nesil sonra pes eder. Hava alanından otelimize giderken etrafta Saygon ismini arıyordum. Bizim otelin adı "Güzel Saygon" oteliydi. Etrafta, sağda solda Saygon isminin kullanıldığı bir sürü bina vardı. Demek ki; Kapok ağacının güçlü kökleri anıların acı suyunu emmiş, diye düşündüm. Turuncu ajanın zehrine dayanan bir ağaç bu acılara haydi haydi dayanır.
Tan Son Nhat hava alanı ile otel arasındaki 7 km'lik yol hemen hemen 20 dakika sürdü. Hava alanından ayrıldığımız andan itibaren sağımız, solumuz, önümüz, arkamız motosiklet doldu. Eskort eşliğinde sarayına giden Fransız vali gibiydik. Şoföre, işten çıkış saati mi? diye sordum. Tuhaf tuhaf baktı. Saygon'dan ayrıldığımız gün anladım ki, bunun iş saatiyle ilgisi yoktu. Yorulunca motosikleti bir kenara çekip üzerinde uyuyor, uyanır uyanmaz başlıklarını ve maskelerini takıp yola düşüyorlardı. Trafik soldan mı, yoksa sağdan mı onu da anlayamadım. Yollarda devamlı bir hareket, korna sesi, motor homurtusu ve yoğun egzoz kokusu vardı. Birbirlerine değmeden hareket etmeleri bile başka bir mucizeydi. Japonların Honda hafif motorlu birlikleri, bol sıfırlı, fakat kansız bir harekatla Saygon'u (muhtemelen sonsuza kadar) işgal etmişti.


Otelimizin yeri çok iyi ve gayet merkeziydi. Saygon'un görülmeye değecek her yerine yürüme mesafesindeydik. Öncelikle, önündeki dar sokak çok şenlikliydi. Sokağın bir yanında barlar, diğer yanında tek odalı evlerden dışarı taşan insanlar vardı. Yanımızdaki binanın alt katındaki barı bir İngiliz işletiyordu. İsmi Hideaway! Kaçıp saklanmak, ya da saklanıp kaçmak gibi bir şey. Önünde ve içeride kalın halatlarla tavandan sallanan salıncaklar var. Salıncakta oturup içki yudumlamak, bir kenarda dart oynamak, klasik latin şarkıları çalan gençleri dinlemek, ayakta veya gene salıncakta sallanmak... 
Velhasıl keyifli bir yerdi...

Sokak

Otelin bulunduğu sokağın arkasındaki caddeye çıkınca, özellikle hava karardıktan sonra, boylu boyunca uzayıp giden gayet canlı bir ortamın içine girdik. Trafikteki yüzlerce motosiklet bir kenara atılmış, insanlar yollara saçılmış gibiydi. Gündüz gözüyle fark etmediğimiz barlar reklam ışıklarının yanmasıyla birlikte sokaklara yayılmış, sokak lambalarının ışığında bi sürü seyyar satıcı türemişti. Ne pişirilirse orta yerde pişiyor, bulaşıklar orta yerde yıkanıyordu. Artık yıkamak denirse. Bu işler için genelde iki leğen kullanılıyor. Birisiyle kirliler geliyor, diğer leğendeki suya batırılıp çıkarılıyor ve kenara konuyor. Stikler ve kaşıklar için çözüm daha kolay. Bir tomar stik alınıp suya sokuluyor, sağa ve sola sallanıp çıkarılıyor. İki metre ötedeki insanlar bunu görüp, içleri rahat, aynı stikleri kullanıyor. Kara kara düşünmeye başladım. Etrafta bir kurtarıcı arıyorum. Kentucky, McDonalds filan! Dönüşte; Vietnam'a gidip "Big Mac" yedim desem çok ayıp olacak. Yılan olabilir diyorum. Bir ucundan tutar, ısıra ısıra yer, bir uçtan diğer uca bitiririm. Ne kaşık, ne de stik, hiç bir şeye gerek yok. Ellerimle halleder, ağzımı kolumla silerim. Etrafta yılan arıyorum.

Sokaklarda aylak aylak dolaşmak son derece keyifli. O sokaktaki tüm yürüyüşümüz boyunca bisikletli bir kadın yanımızdan hiç ayrılmadı. Göz göze geldikçe gülümsüyor, fakat ne bir şey istiyor, ne de bir şey satıyordu. Önceleri pirelensek de bir süre sonra alıştık, aileden biri olarak kabullendik. Ben mide ve barsak sorunu yaşamadan geziyi tamamlamak niyetiyle sokak sektörüne temkinli yaklaşıyordum. Bu, ancak bir yere kadar mümkün oldu. jale'nin zapt edilemez merakıyla ışıklı bir tezgahın önünde durduk. Bir kadın kalamarları merdaneden geçirip yassıltıyor, sonra ipe dizip asıyordu. Birisi yemek isteyince iptekilerden birisi-ikisi alınıp ateşte iki kere çevriliyor, pişti farz edip servis ediliyordu. İlgimizi çekti. En azından ateşten geçiyor ve daha iyisi, stik kullanmak gerekmiyordu. Birer tane alıp ısırmaya başladık. Peksimet kıvamında sert ve tatsız tuzsuz bir şey olmuştu. Neye benziyor diye ağzımda gevelerken kadın uzandı, parmaklarıyla bizim peksimetleri lime lime etti. Kenarda oturan gençlerden birisi de yemeğini bırakıp bize kendi sarımsaklı soya sosunu verdi. Demek ki böyle yeniyormuş dedik. Bu durumda aldığımız lezzet de kadının parmaklarının ve üstündeki sosun lezzeti oluyordu. Genç adam yerine dönerken baş parmağını göstererek "harika" der gibi bir işaret yaptı. Başka kalamar yemedik, ama ortam gerçekten harikaydı. Bu sırada bisikletli kadın da kaybolmuştu.

Çarşı - pazar 

Bizim Bui Vien sokağının biraz kuzeyinde boylu boyunca uzanan güzel bir park vardı. "Cong Vien van Hoa" parkı. Meşhur "Ben Thanh" pazar yerine gitmek için bu park boyunca doğuya doğru yürüyüp yolun karşısına geçmek gerekiyor. Buraya kadar iyi. Fakat karşıya geçmek olayı çok zor. Zavallı turistler kaldırım kenarlarında dakikalarca bekliyor. Bazı köşelerde görevli polisler var, ama çok az. Zaten koca Vietnam'da ortalıkta gördüğümüz polis veya asker kılıklı birilerini toplasanız, iki elin parmağını geçmez. Rehberlerde bu konuda notlar var; arabaların durmasını beklemeyin, ışıklara inanmayın, gözünüzü kapayıp ilk adımı atın, sonra durur gibi yapıp tekrar yürüyün gibi. Siz arabalara bakmayın, onlar sizi görsün! Bir İstanbul'lu olarak bu konudaki tecrübemizi kullanma fırsatı çıkmıştı. Kendimizi araba ve motorların arasına attık, karşıya geçtik.

Sokak satıcılarının bir araya gelerek tek çatı altında toplanmaları ilk olarak 1859 yılında olmuş. Sonra bir kere yer değiştirmiş, birkaç kere yanmış ama sonuçta Saygon'un en popüler yeri olmuş. İçinde her şey satılıyor ve yenilip içiliyor. Biz de biraz alış-veriş yaptık. Bir-iki turdan sonra pazarın en şirin satıcı kızını bulduk, onu mutlu etmeye karar verdik. Ben kireç taşına yerel figürler oyulmuş bir satranç takımı, tel ve metal parçalarından yapılmış tuk-tuk ve balıkçı kayığı modelleri aldım. Bir de içinde ölü kobra ve akrep, ayrıca çeşitli otlar bulunan ilaçlı şişem var. Üstünde "snakewine, yılan şarabı" yazıyor. Romatizma, lumbago ve siyatik ağrılarına, ereksiyon sorunlarına, erken boşalma, baş dönmesi, kulak çınlaması, aşırı terleme, erken bunama, gece işemesi, velhasıl her şeye iyi geliyormuş. Sabah ve akşam, 2 tatlı kaşığı içmek yetiyor! Artık neye yetsin istiyorsanız...

Park
 
Cong Vien van Hoa parkı en sık uğradığımız yer oldu. Bir yere giderken mecburen içinden veya kenarından geçiyorduk. Böylece yerli halkın ve gençlerin yaşantısından da bir başka kesit izlemek fırsatımız oldu. Burası gece gündüz aktif bir park. Çevredeki okul ve iş yerlerinden insanlar öğle aralarında parka gelip hem birşeyler atıştırıyor hem de sohbet ediyorlar. Bir köşede de mutlaka "Thai Chi" yapan yaşlılar oluyor.

"Thai Chi veya Taiji" savunma sporu olarak veya uzun yaşam ve sağlık amaçlarıyla yapılıyor. Bir ucuyla Taoist ve Konfüçyan felsefeyle de ilgisi varmış. Her neyse, meraklısı ansiklopediye baksın. Bizim gördüğümüz; ortada toplanıp yavaş ve ritmik hareketlerle sağa sola sallanan ihtiyarlar... Başka bir köşede üzerlerindeki kılıktan aynı kulüp üyesi oldukları anlaşılan gençler beden eğitimi hareketleri yapıyorlardı. Aralarındaki 5-6 yaşlarındaki ufak çocuk ve yakışıklı bir genç dikkatimizi çekti. Çocuk çocukluğundan, genç olanı esnek ve ahenkli hareketlerinden, en zor hareketlerdeki becerisinden...

Bir köşede oturup dinlenirken, yanımıza 5-6 genç geldi. Üniversite ve yüksek okulda okuyan, hepsi güler yüzlü, pırıl pırıl gençler. Bizimle İngilizce konuşmak istediler. Bu olaya Vietnam'ın her yerinde rastlamak mümkün. Tek başına bile olsa bir genç yaklaşıyor ve konuşmak istiyor. Sadece konuşmak. Ne rehberlik ne de para kazanma amaçları var. Bir gün bu çocuklardan birisine rastlarsanız mutlaka konuşun.

Bizim çocuklara öğretmenleri ödev vermiş. Gidin, turistlerle konuşun demiş. Sorularını önceden hazırlamışlar,  defterlerine bakıp soruyorlardı. Bazen de aralarından daha bilgili birisi çıkıp soruları düzeltiyor veya bizim cevaplarımızı çeviriyordu. Epeyce sohbet ettik. Türkiye'yi bilen pek azdı. Bilen de Suriye (Xi Ri) ile savaştığımızı biliyordu. Belki de doğrudur, ne diyeyim? Bizim memleketin adı Vietnamcada Tho Nhi Ky imiş, biz de bunu öğrendik...

Park geceleri bile insan doluydu. Bir köşede ufak bir kız çocuğu babasından badminton oynamayı öğreniyor, başka bir köşede de abiler ablalar raketlerini almış, maharetlerini gösteriyordu. Aynı alanda dikkatimizi çeken başka bir oyun oldu. Bu oyun vücudun her yeriyle oynanıyor. Ucu tüylü, diğer ucu biraz ağırca ve yaylı, top gibi şeyle oynanıyor. Karşılıklı ikili veya çok kişili oynanabiliyor. Vücudun her yeriyle oynanan, raketsiz badminton gibi... Bir tüylü top da ben aldım. Kutusunun üstünde "the thao" yazıyor, gugıla göre ayak topu demek. Bir gün bizim memlekete de uğrar belki, topum hazır olsun...



HANOİ NOTLARI

Saygon'daki son günümüzde, otelin güler yüzlü halkla ilişkiler görevlisi bir uyarıda bulundu; hava alanına gitmeden önce uçağın rötarını kontrol edin, dedi. Yolun orta yerinde fırtına uyarısı yapılmış. Gayri-ihtiyari kafamızı kaldırıp havaya baktık. Çok sakindi. Sakin sakin hava alanına gittik. Mekong hava yolu bu! Fırtına filan dinlemez dedik, tam zamanında havalandık. Truong Son dağlarını boylu boyunca geçtik, salimen Hanoi'ye indik. Dağları gördüğümden değil, okuduğumdan yazıyorum.

Hanoi, Kızılırmak batısına yayılmış, gölgeli parklar ve aşı boyalı binalarla dolu güzel bir şehir. Bin yıllık bir geçmişi var. Yüzyıllar boyunca değişik isimleri olmuş. En fiyakalısı; Thanh Long, uçan ejderhanın şehri...


Hava alanından otele giderken bir Vietnam klasiği olarak yine trafik curcunası içine daldık. Trafik ışıkları kendi kendine yanıp sönüyor, halk bunlara kenar süsü muamelesi yapıyordu. Bir posterde buna kendileri de açıklık getirmişler; yeşil ışık: geçebilirim, sarı ışık; geçebilirim; kırmızı ışık; hala geçebilirim! Sonunda alıştık. İnsan nelere alışmıyor ki? Bir süre sonra trafikteki tüm kargaşa normal gelmeye başladı. Normal olmayan hiç çarpışma görmeyişimizdi. Sonradan böyle bir mucizenin olmadığını öğrendim. Artık trafiğe de motorlara da alışmıştık. Bir süre sonra ellerimiz ve sinirlerimiz gevşedi, motorları bırakıp etrafı seyretmeye başladık. Evler, özellikle üst katları oymaları, süslemeleriyle çok güzel gözüküyordu. Anayoldan şehir içine girdikçe sokaklar daraldı, kalabalık arttı. Yüksek ve sık ağaçların güneşi kestiği, çok güzel sokaklardan ve kolonyal dönemden kalan evlerin arasından geçtik. Kafelerin çevrelediği bir kavşakta, keşke otelimiz buralara yakın bir yerde olsa dedim. Sokak isimlerini bellemeye çalıştım. Fakat her köşe birbirinden enteresandı. Bir süre sonra hepsini birbirine karıştırdım. Hang Phen, Hang Bo derken Hang Gai'yi geçtik, Hang Hanh'a döndük. Madam Moon oteline geldik! Eski şehrin orta yerinde, "Hoan Kiem" gölünden bir sokak uzakta harika bir yerdeydik.

Bu bölgede her sokağın ismi "hang" ile başlıyor. Hang, alınan satılan mal anlamına gelen bir kelime. Onüçüncü yüzyılda 36 esnaf loncası biraraya gelerek bu bölgeyi aralarında paylaşmış. Her sokak bir loncaya, yani esnaf grubuna ait olmuş. Örneğin "P Hang Gai" ipekçilerin bulunduğu sokak anlamına geliyor. Diğer sokaklar pirinç sokağı, kağıt sokağı,  mücevher, oyuncak, tişört, balıkçı sokağı, böyle devam ediyor... Bölgenin tamamına "36 Sokak" deniliyor. Bu oluşum ve sayılar bana Anadolu'daki Ahi kavramını, Ahilik teşkilatını hatırlattı. Ahilik, başlangıcı onüçüncü yüzyıla tarihlenen bir olgu ve Ahi Evran da 32 çeşit esnaf ve sanatkarın piri oluyordu. 

Hoan Kiem Gölü

Bu göl için ayrı bir başlık atmaya değer. Zira orta yerindeki "kaplumbağa kulesi" şehrin ambleminde kullanılan bir simge...



Hoan Kiem gölü şehrin merkezinde yer alıyor. Görür görmez etkileniyorsunuz. İlk akşam etrafta ne var ne yok diye bakmak için otelden çıktığımızda ahmak ıslatan denen cinsten bir yağış vardı. Kafe, lokanta ve işyerlerinin arasından geçip, bir yüz metre sonra ana caddeye çıktık. Cadde gölün etrafını çevreliyordu ve gölle arasında ağaçlıklı, güzel bir yürüme yolu vardı. Gölün kenarına geldiğimizde puslar arasında bir adacık, bunu karaya bağlayan kırmızı renkli bir tahta köprü ve ağaçların arasından sadece çatısı gözüken bir tapınak farkettik. Daha uzakta, gölün diğer ucundaki "Turtle Tower" hayal meyal görünüyordu. 

Jade Dağı Tapınağı (Ngoc Son Temple), onsekizinci yüzyılda yapılmış. Yapılma sebebi onüçüncü yüzyılda yine Çinlilere karşı savaşan bir komutanı, ayrıca daha sonraki bir bilim adamını ve bir Konfüçyüs bilgesini onurlandırmakmış. Bir taşla üç kuş diye buna denir! Adayı karaya bağlayan tahta köprünün ismi; Sabah Güneşi Köprüsü, Huc Bridge! Tapınak saat 5'e kadar gezilebiliyor. En önemli özelliği içinde mumyalanmış 200 kiloluk dev bir su kaplumbağası bulunması. Etrafta aynı anda hem ibadet edenleri, hem de dama benzeri oyunlar, ya da Mahjong oynayan insanları görmek mümkün. Tabii ki bunlar yüzlerce turist arasında oluyor. Yalnız bazı kısımlara turistleri sokmuyorlar. 

Biz gene göle dönelim. Ama ayağımızı sokmayalım. Sadece gözlerimizi iyice açalım; Gölde halen birden fazla sayıda ve çok büyük su kaplumbağalarının yaşadığı söyleniyor. Gölün en derin yeri 2 m, çevresi yaklaşık 2-2,5 km. İsmi önceleri Yeşil Göl'müş. Demek ki rengi yeşilmiş. Kızılırmağın suyunu düzenlemek üzere, vaktiyle insanlar tarafından yapılmış. Gölün bir de hikayesi var. Zamane İmparatoru Ly Thai To'yun (güya) cennetten gelen bir kılıcı varmış. Onbeşinci yüzyılda Çinli Ming hanedanını bu kılıçla yenmiş. Savaştan bir gün sonra gölde gezerken dev bir kaplumbağa gelmiş ve kılıcı alıp kaçmış. İmparator Li bu durumu önce; haydan gelen huya gider, şeklinde yorumlamış. Fakat halk bön bön bakınca, ortada bir salaklık olduğunu anlamış. Koca imparator belindeki kılıcı kaybeder mi? Bu gibi durumlarda olaya biraz kutsallık katmak her zaman işe yaramıştır. Bu nedenle kaybolan kaplumbağanın ardından uzun uzun bakmış ve boğuk bir sesle "kılıcı altın kaplumbağa tanrısı Kim Qui cennete, geldiği yere geri götürdü" demiş. Göle de "kılıç gölü veya geri dönen kılıcın gölü" anlamına gelen "Ho Hoan Kiem" adını vermiş. Aradan yıllar geçmiş. Göle kutsal kılıç dışında bir sürü atık da döküldüğünden bir gün suda yüzen "Büyük Büyükbaba" hastalanmış. 2011 yılında Büyük Büyükbabayı gölden çıkarıp tedavi etmiş, sonra gene göle bırakmışlar. Burada bir zalimlik yok! Büyük Büyükbaba, halen gölde hayatını sürdüren yaklaşık 400 yaşında bir su kaplumbağası oluyor...

"Halong Bay" olayı

Efsaneye göre dağlarda yaşayan bir ejderha sahile doğru koşarken iki yana sallanan kuyruğu çarptığı yerlerde yarık ve vadiler açmış. Kuyruğun açtığı oyuklar suyla dolmuş. Sonunda şöyle bir yaylanıp 3 perende, 2 burgu, denize dalmış. Denize daldığı yere "Ha Long" denmiş. Neden böyle coşmuş da öyle kuyruk sallamış belli değil! Tekrar çıkar mı o da belli değil. Suların arasında bir sürü, sayı hesabıyla 3000 kadar adacık kalmış. Adaların alt kısımlarında rüzgar ve dalgaların oyduğu mağaralar varmış. Bu bizim fikrimiz. Vietnamlılara göre bunlar da muhtemelen ejderhanın sırt yüzgeçlerinin sürtmesinden olmuştur. Burası Vietnam, ejderhaların ülkesi. Burası da Halong Körfezi, ejderhanın daldığı yer.

Halong, Tonkin Körfezinde, UNESCO Dünya mirası listesinde yer alan 1500 kilometre karelik bir alan. 300 milyon yıllık bir dünya mirası. Gelişimi yaklaşık 20 milyon yıl sürmüş. Şu anda bizim gördüğümüz, göreceğimiz (veya göremeyeceğimiz) kireç taşı yapısında irili ufaklı 3000 ada, bir sürü mağara, bir sürü tekne, yelkenli, sandal, yüzen pazar yeri, bir sürü turist, bir sürü satıcı, hediyelik eşya vs vs vs... Ortam çok ticari bir ortam, ama neresi değil ki? En azından dünya cenneti bir yer dedik, kararlıyız ya, sabahın köründe kalkıp yola düştük. Bavulları çeke çeke ve ite ite (yeni bavullar böyle!) tur şirketine geldik.

Otelin güleryüzlü ve becerikli ön banko görevlisi bizim yol hazırlığımızı görünce, o tarafta fırtına var, kıyıları boşaltıyorlar gibi bir laf etmişti. Aynı sıralarda Amerikanın kuzeydoğu kıyılarında Sandy kasırgası vardı ve televizyonlar devamlı olarak kasırganın yaptığı yıkımdan bahsediyordu. Adama pek kulak asmayıp kahvaltıya gitmiştik. Şimdi Handspan turizm şirketinin görevlisi aynı şeyleri tekrarlıyor ve paramızı iade edeceklerini söylüyorlardı. O anda büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Çöktük. Kıyıya kadar gidip orada beklesek dedik, gene olmadı. Kıyılar da tehlikeli dediler. Tehlike ne zaman geçer? Belki yarın, belki yarından da yakın???


Daha önce meteoroloji kayıtlarına baktığımızda tropikal fırtınaların daha çok yaz aylarında, temmuz ile eylül arasında görüldüğünü okumuştum. Şimdi kasım ayındaydık. Bu fırtına da nereden çıkmıştı? Tam da bizim geldiğimiz hafta? Bu ve bunun gibi anlamsız bir sürü yakınmadan sonra kös kös otele geri döndük. Özetle, ejderhanın yükseldiği yere gidip, ejderhanın suya daldığı yeri göremeden geri döndük.

Ninh Binh ve Hoa Lu

Birden bire 2 günümüz birden boşalmıştı. İlk günü ve geceyi yağmur altında gölün çevresini dolaşarak, rastladığımız pagodalara girip çıkarak, eski şehir bölgesinde ve kafelerde geçirdik. Hayal kırıklığından silkinmemiz biraz zaman aldı. İkinci gün Halong'u telafi etmeye karar verdik. Hanoi'nin güneyinde, "Karadaki Halong" denilen, benzer karstik yapıya sahip bir bölgeye gitmek üzere tur ayarladık. Deniz yerine pirinç tarlaları olsun dedik, yola koyulduk...

Hoa Lu ve Tam Coc, Hanoi'nin 100 km kadar güneyinde, Ninh Binh bölgesinde bulunuyor. Hoa Lu 968-1009 arasında Dinh ve Le Hanedanlarının başkentiymiş. Bir şekilde Vietnam'ın ilk, antik başkenti oluyor. Burada Dinh ve Le isimli imparatorlara adanan tapınaklar var. Meraklısı açsın, okusun. Bizim için oldukça güzel bir yolculuk oldu. Özellikle Ninh Binh şehrini geçip, anayoldan çıktıktan sonra çok enteresan ve etkileyici bir ortama girdik. Konik şapkalarının gölgesinde gidip gelen insanlar, okuldan çıkan çocuklar, çeltik tarlaları, çeltikte çalışan kızlar, tarlaların içinden doksan derecelik açıyla yükselen, kümbet şeklinde tepeler, tepelerin orasında burasında pagodalar, önlerinde gelin gibi süslenmiş Brahman inekleri, bir kıyıdan bir kıyıya karadeniz usulü, halatla çekilen bir tekne, mandaları sudan geçirmeye çalışan ihtiyar, sudan çıkmamak için direnen manda, hepsi çok hoştu.  

Rehberin anlattığı hanedan silsilesini önce merakla dinleyerek, lastik kıvamında uzayınca da dinleyemeyerek Tam Coc'a geldik. Burası Ngo Dong nehrinin bir kıyısında, kayıklara bineceğimiz rıhtımın bulunduğu yer.

Sıraya giriyorsunuz, tekne önünüze geliyor, biniyorsunuz. Resmi tarife 60000 VND, bu 3 dolar ediyor. Geçerli tarife; gönlünüzden ne koparsa tarifesi. Bonus olarak da kayıkta taşıdıkları el yapımı yemenileri, Non La denen konik şapkaları, boyalı kumaşları satmaya çalışıyorlar. Aşırı ısrarları biraz can sıkıcı ama ne yapalım, gülü seven dikenine katlanır. Bu satış işlemini kayıktan kaçma imkanı olmayan, en ücra köşede yapıyorlar. Sabırla, onların sabrının bitmesini beklemekten başka çareniz yok. Teknede ilk 1 saat iyi de, dönüş yolu biraz ızdıraplı. Tahta üstünde oturmaya alışık olmayan, benimki gibi kibar popolar için oldukça sıkıntılı. İki kişi önde, arka arkaya çömelerek oturulan kayıklarda pek fazla hareket şansı olmuyor. Kayıkçı kıçüstünde (teknenin kıçı!), daha yüksekçe bir yere oturuyor. Kayıkçılar genellikle kadın. Bu da popolar açısından ek bir fark yaratıyor. Ayrıca arkalarına yaslanıp ayaklarıyla kürek çekiyorlar. Bu pozisyonda kürekleri itiyorlar demek daha doğru olur. Eller serbest. Sırtlarını yaslamaları daha ergonomik bir pozisyon sağlıyor. Bu önemli. Çünkü nehri boylu boyunca geçtiğiniz bu tur yaklaşık 2 saat sürüyor. Yol üzerinde uzun ve karanlık mağaraların içinden, çeltik tarlalarının arasından, küçük pagodaların yanından geçiyorsunuz. Uzun ve yorucu bir yol. Bu kadınları ilk defa Saygon nehrinde görmüş ve çok şaşırmıştık. Kadın bir yandan ayaklarıyla kayığı sürüyor, bir yandan da elindeki kepçeyle sudaki plastik atıkları topluyordu. Akıllıca!

Suda Kukla Tiyatrosu "Thang Long Su"

Ninh Binh'ten döndüğümüz akşam tiyatroya gittik. Burası onbirinci yüzyıldan beri süregelen bir geleneğin sergilendiği, suda kukla tiyatrosu. Gişenin önünde uzun bir kuyruk vardı. Biz de ucuna takıldık. Bir kaç metre İlerleyemeden 100000 Dong'luk yerler bitti. Arkalar 60000 Dong, yaklaşık 5,5 Lira. Vietnamlılar biraz saf oluyor. para harcamaya gelmiş bu kadar turist varken beş katı para isteseler, kimsenin gıkı çıkmaz. Türkiye'ye gelip biraz ticaret öğrenmeleri lazım. Dünyada defalarca ödüller kazanmış bir folk gösterisini 5,5 liraya seyredeceğiz. Fotoğraf çekmek ayrıca 2 lira! 

Kukla deyip geçmeyin. Ben de geçmiyorum; kırsalda yaşayan Vietnamlı, mutfaktan çeltik tarlalarına kadar, yaşamlarının her safhasını ruhların kontrol ettiğine inanırmış. Kukla gösterileri önceleri bu ruhları eğlendirmek için yapılırmış. Gösterilerini ruhlar için değil de bizim için yaparlarken akıllarından neler geçiyor acaba? Malzemelerini, su, ağaç ve bambu kamışlar, doğal ortamlarından, hikayelerini yaşadıklarından ve efsanelerden almışlar; Yaratılış, ilk insanlar (muhtemelen Vietnamlı), savaşlar, pirinç tarlaları, harman zamanı, aşklar, doğumlar ve ölümler... Konu mankeni olarak su perileri, anka kuşları, yükselen dumanlar, patlayan fişekler... Kenardaki sette bambu flütünü üfleyen, Zither çalıp şarkı söyleyen kızlar... Her biri 10-15 kiloluk kuklalar, çoğu basit köylü kılığında veya balıkçı, her meslekten insanlar, arada savaşcı tipler, yerel giysili hatunlar, balık, ördek ve kuşlar, ve de Vietnam'ın olmazsa olmazları; konik şapkalar ve ejderhalar...  2 kısım, tekmili birden, bir perde, tek sahne...

Halen bu tip kukla gösterilerinin yapıldığı üç ortam var. Birincisi bizim gittiğimiz gibi yerleşik tiyatrolar. Bunlardan bildiğim, bir tane de Saygon'da var. 6x10 metrelik içi su dolu bir sahne, bir kenarda müzisyenler, arkada perde, perdenin arkasında kadın-erkek 15 kuklacı, bambu kamışlar arasından girip çıkan kuklalar... Gösterinin başında kuklacılar görülmüyor. Sona doğru hepsi öne geliyor, kendilerini gösteriyor. Böylece tüm gösteri sırasında onların da kuklalar gibi bellerine kadar gelen suyun içinde durduklarını görüyorsunuz. Zor bir iş. Bu tiyatrolar dışında bir de gezici kumpanyalar varmış. Bunlar gösterilerini köylerdeki küçük göletlerde yapıyor, seyirciler göletin çevresindeki teraslarda oturuyormuş. Gölet olmayan yerlerde de portabl su tankları kullanılıyormuş. Kuklalar tahtadan yapılıyor, bambu kamışlarla hareket ettiriliyor. Kuklalar da oynatıcılar da her zaman suyun içinde bulunuyor. Sahnede oynatıcıları gizleyen, üzerinde tapınak vs gibi çeşitli dekorların resmedildiği, bambudan yapılmış bir perde oluyor. Davullar ve ziller çalıyor, perde aralanıyor, ağzından ateşler saçan bir ejderhanın sahneye girişiyle gösteri başlıyor.

Hanoi'deki son gecemizde Halong üzüntüsünden silkinip, basit bir kukla gösterisiyle teselli bulmuştuk. Belli ki onlar da yıllar süren savaşların, ölümlerin ve ızdırapların tesellisini bir şekilde kendi iç dünyalarında bulmuşlar ve ruhlarını böyle sağaltmışlardı. 


Turistin duası ve son saatler


Heavenly father, grant us the strength to visit the museums and the parks, the goverment buildings and all the "must" in the guidebooks... And if perchance we skip a historic monument to grab a sleep after lunch, have mercy on us, for our flesh is weak!


İlahi peder, bize müzeleri ve parkları, kamu binalarını ve rehber kitaplarının "ille de yapmalı" dediği her şeyi yapmak için güç ver... Eğer öğle yemeğinden sonra uyku basar da, tarihi bir anıtı göremezsek bizi affet, bunu bizim etimizin zayıflığına ver!


Bizi affet göksel babamız; ne "literatür" tapınağına, ne "Bach Ma" tapınağına, ne "St Joseph" Katedraline, Bich Dong Pagodasına, ne "memorial house"a, ne etnoloji müzesine, ne "Pillar" Pagodasına, ne güzel sanatlar, ne de kadınlar müzesine, ne Hoa Lo hapishane müzesine, ne Lenin Parkına, ne ordu müzesine, ne Hue şehrine, ne de başka şehre gittik. Müzeye gideceğimize kuklacıya gittik. Bizi affet!

Ordu Müzesine önünden, şöyle bir bakıp geçtik, Ho Amca'nın anıt mezarına gittik. Saat 11:30du. Öğle bile değildi. Giriş de bedavaydı, ama giremedik. Saat 10:15'ten sonra kimseyi almıyorlarmış kutsal babamız. Hemen yanındaki HCM müzesine koştuk, gene giremedik. Günlerden pazartesiymiş, pazartesileri öğleden sonra kapalıymış kutsal babamız. Bari bir CD alalım dedik. Müzeyi oradan görelim dedik. CD bile bulamadık. Bu bize yapılır mı, göksel babamız?

Boynumuzu büküp geri döndük. Yolda rastladığımız güzel bir kafede oturup teselli tatlısı yedik. Bize "Ho Amcanın müzesine mutlaka gidin" diyen iki hemşerimizi andık. Bu iki Türk vatandaş fırtına var diye uçağa binmeyip, Saygon'dan 30 saatlik tren yolculuğuyla Hanoi'ye gelmiş ve ilk iş olarak Ho Amcanın müzesini gezmişler. Çektikleri eziyete hürmeten, biz de görelim demiştik. Adamlar 30 saati aşkın zamanda, 1723 km yol gelip bu müzeyi gezdiler, biz şuracıkta 3 gün kalıp, bir tane müze görmeden dönüyoruz. Bizi affedin tüm turist rehberleri, Lonely Planet ve ilahi peder! 




4 yorum:

  1. Ayağına ,eline sağlık abi, çok keyifli bir yazı.. Bu arada kitap limon ağacı, film limon ağacının kitabı değil ..farklı konular..sevgi ve saygılar

    YanıtlaSil
  2. Neyse, idare et lütfen. Limon aynı limon, ama ağaçlar farklıymış.

    YanıtlaSil
  3. Baba beni gezmeye götür!!!

    YanıtlaSil
  4. Beklemeye dayanamayacağım, derhal kamboçya ve bangkok yazısı bitir:))

    YanıtlaSil