22 Haziran 2013 Cumartesi

EKVADOR (ECUADOR)

Arkadaşlar, öncelikle burası Ekvator değil, Ekvador! Ekvator çizgi olanı... Ekvador ise dünyadaki CIA kaçaklarının yeni sığınağı... Assante, Snowden filan, yeni Ekvador vatandaşları. Diğer vatandaşlar; çoğunluğu oluşturan Avrupa-Amerika karışımı Mestizo'lar, İnka'lardan önce de varolan ve daha çok And dağlarının yükseltilerinde yaşayan Canari, Quechua ve Quitus yerlileri, az biraz da İspanyollar... Mestizolarla İspanyolları pas geçelim, zira bunların diğer ülkelerdeki sıradan insanlardan pek farkı yok, çarşı ve pazarda ülkenin renkli yüzünü gösterenler işte bu dağ insanları oluyor. Dolayısıyla turist olarak gözlerimiz tüm renkleri, şapka ve şallarıyla yerli halktan insanları arıyor...

Assante kimdir, ne yapmış, ne etmiş, neden Ekvador'u seçmiş, Snowden nereye kaçmış, gazetelerden izlersiniz. Benim konum kokuşmuş ilişkiler, gizli kapaklı işler değil. Daha önce hiç görmediğim bir yöreye, dünyada şapkanın en çok yakıştığı insanları görmeye gidiyorum. And Dağları'nın kuzey ucuna, Ekvador ülkesine...

Aslında Ekvador benim seçimim değildi. Gezi programı posta kutuma düştüğünde dikkatimi sadece tek bir kelime çekti; Galapagos! O anda kararımı verdim; gidiyorum! Listenin tamamına sonra baktım; Ekvador ve Panama... Tamam, onlar da olur dedim. Ekvador / Galapagos Adaları / Panama... "Golden Bay" Tur, onbir gün, on gece... Hareket 16 mayıs 2013, saat 06:00 KLM ile Amsterdam, aktarma, 9:55'te hareket, 12 saat uçuş, aynı gün 16:15'te Quito, Ekvador... İstanbul'da saat: 00:15 günlerden 17 mayıs, cuma...

GALAPAGOS'A GİDİYORUM...

Bu başlığın içerdiği iki kelime yolculuğun kısa özeti oluyor. Birinci kelime nereye gittiğimizin özeti. Açıklayayım; Galapagos kelimesi bu turun diğer güney Amerika turlarından farkını ortaya koyan bir belirteç. Nereye? diye soranlara kısa bir cevap. Her şeyden önce çok havalı bir kelime: Galapagos. Ayrıca çok davetkar. Galapagos deyip kısa bir ara vereceksiniz. Düşünme arası. Aynı zamanda sorulara davet arası. Tuzak da diyebiliriz. Kapanı kuruyorsunuz ve avın yakalanmasını bekliyorsunuz. Siz dersinizi çalıştığınız için cevaplarınız hazır. Soruları bekliyorsunuz. Karşınızdakinin bakışlarında merak ve ilgiyi okuyorsunuz. Bir kaç nefeslik bir boşluk ve sorular geliyor; Neresi orası? Nereden buldun veya nereden çıktı? Ada mı? Ya da kısaca; ne? O ne yaa? Hadi yaaa? gibi...

Bunu çok seviyorum. Kapana düşenin kaçma şansı yok. Dinlemek zorunda. Darwin'den başlayarak anlatıyorum. Arada çay ve ihtiyaç molası. Nasıl uçtuk, ilk şöyle gördük, şuraya indik, önce şaşırdık... Gezinin Panama ve Ekvador kısımları figüran gibi kalıyor. Çünkü baş rolde Galapagos var.

Başlıktaki ikinci kelime; gidiyorum! Tekil birinci şahıs olarak "gidiyorum"... Gidiyorum? Yalnız başıma mı? Bunu bir ara ciddi olarak düşündüm. Yalnız da olabilir, fakat olmasa daha iyi... Bu zevki birisiyle paylaşmam lazım. Dönünce anlatmak yetmez, şahit de gerekiyor. Aylardan mayıs. Jale'nin patronu "full time" meşgul, dolayısıyla Jale de... Zeynep'in dersleri var, okuldan ayrılamaz. Ayşe'ye sordum, gönülsüz... Aklıma Gönül geldi! Kocası meşgul, harıl harıl çalışmakta, muhtemelen gelmez. Kocası gelmese bile Gönül gelir. Aradım, sordum: Galapagos? İkiletmedi. 1978 yılında bavulunu hazırlamış, bugünü bekliyormuş. Hemen konuya girdik. Dizler, kalçalar, ağrılı sırtlar, yırtık menisküs, yan bağlar, 12 saat uçuş, iki aktarma... Galapagos mevzu bahis olunca gerisi teferruat...

HAZIRLIK


Her seyyahın not defterinde, ilk sayfada yazılı olanlar aşağı yukarı aynıdır. Oradan başlayayım: Öncelikle ne yeşil, ne de normal pasaporta vize var. Bu iyi bir şey. Devam edelim: Galapagos dahil, elektrik prizleri yarık şeklinde, Amerikan tipi. Adaptör götürmek lazım. Unutursanız dert değil, çoğu otelin resepsiyonunda adaptör bulunuyor. Mobil telefon frekansları da Amerikan. Bu sorun olmaz. Telefon kullanmayacağım. İnternet idare eder. Voltaj Amerikan, yani 110 volt. Bu önemli. Tıraş makinesini şarj eder, öyle giderim. Zaman dilimi -5. İstanbul yaz saati +3, arada 8 saat fark var... Bu da önemli. Balım peteğim aramaları akşam geç vakitte yapılacak. Telefon kodu +593. Bu önemsiz. +90 bilmek yeter. Trafik sağdan. Ulusal para resmen Amerikan doları. Bu da önemsiz. Bizimki resmen TL, ama fark eden bir şey yok. Ekvador parası 2000 yılına kadar "Sucre" imiş. Hiperinflasyon, banka krizleri filan, o zamanki başkanı ve Sucre'yi tarihe gömmüş. Şimdi sadece bozukluklar Ekvador kuruşu...

Kutsal bilgi kaynağı Wiki'ye göre Ekvador'un milli sloganı "Tanrı, vatan ve hürriyet"... Bu slogan meselesi kafamı kurcaladı. Aklıma ilk gelen iki ülkeyi seçip baktım; ABD'ninki "Tanrıya güveniyoruz", İngiltere "Tanrı ve benim hakkım"... Bunlar "laik" ülkeler oluyor. Bizimki de şeklen gayet anlamlı; Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir! İleride ne olur bilmem. Kafamı kurcalayan şeyleri kurcalamaktan vazgeçsem iyi olacak. Alt tarafı seyahat yazısı yazıyorum. İnsanlık halleri deyip geçelim! 

Devam ediyorum: Milli kuş akbaba ailesinden "Kondor", milli çiçek gül, ağaç quina, dağ Chimborazo, nehir Guayas, enstrüman rondador! Gül bildiğimiz gül, rondador ise bir çeşit panflüt oluyor... Bunların hemen hepsi ülke armasında mevcut. Quina, Amazon ormanlarında yetişen bir ağaç. Quinaquina'nın Türkçeleşmiş hali kına kına oluyor. Kına kına isminin bizdeki kınayla ilgisi yok. Kinin ve kinidin, bu ağacın kabuklarından elde ediliyor. Milli içkileri nedir diye merak ettim, fakat bulamadım. Çay mıdır, ayran mıdır, nedir? Bunu, Quito sokaklarında gezdiğimiz bir gün rehbere sordum. Halk arasında en sevilen içecek hangisidir? Turistik yerlerde değil de, lokal kafelerde, evde, sokakta filan? Rehber “kanelazos” dedi. Yazıyla “canelasos”. İspanyolcada “Canela” tarçın anlamına geliyor. Tarçınlı, limonlu, bir miktar da alkollü, sıcak bir içecekmiş. İçinde tarçın olduğuna göre severim diye düşündüm. İlk girdiğimiz otelin lobisinde, ufak cam bardaklarda  ikram ettiler. Eh dedim, tarçınlı çayı tercih ederim!


Nüfusun sadece %7'si İspanyol, fakat resmi dili de, ulusal marşı da İspanyolca. Bununla beraber Quichua dili (Kichwa) gibi 12 ayrı etnik dil, halkının yaşadığı yerlerde resmi dil olarak geçerli sayılıyor. Anayasaları çok-uyrukluluk temelinde tüm etnik grupların güvencesini sağlıyor. Yerli halk kendilerini etnik kimlikleri ile tanımlıyor ve şehirde olsun, dağlarda olsun etnik kılıklarıyla dolaşıyor, kendi dillerini konuşuyorlar. Bu cümlelerin arkasında derin anlamlar aramayın lütfen...

Konu biraz dağılıyor gibi. Burada keseyim. Meraklısı açsın interneti baksın. Esasında bu sefer fazla kurcalamamaya, gitmeden önce bir şey okumamaya karar vermiştim. Gidecek, görecek ve dönecektim, hepsi o kadar. Milli kuştu, çiçekti, böcekti, milli klişelerden bana ne? Çiçeğin böceğin millisi mi olur? Hele ki Ekvador gibi bir ülkede. Karar verdim, hazırlık sadece fiziki sınırlarda olacaktı. Ufak bir çanta, bir şnorkel, mayo, lastik ayakkabı, kısa pantolon, şort, kamera filan gibi... Fakat gene dayanamadım. Ara bir yol buldum. Rutin seyahat kitaplarını bir yana bırakıp, sadece Galapagos ve Darwin'e konsantre oldum. Darwin'in yaşam öyküsüyle ilgili iki kitap aldım. Gitmeden önce ve yolculuk boyunca Darwin'i okudum. Ekvador'u da rehberlerden dinler, öğrenirim, aralarda takıldığım bir şey olursa, ki mutlaka olur, internetten bakarım dedim. Öyle de yaptım. Bereket, rehberimiz gayet anlayışlı ve her açıdan bilgiliydi. Bana sabırla dayandı. Buna yerel rehberler de dahil.

QUITO


11 günlük turda Quito hava limanına 2 kere indik. Dolayısıyla iki kere de kalktık. İlk inişimizde sadece bir gece kalıp, ertesi sabah Galapagos için tekrar uçağa bindik. Tur şirketi bunu, çok uzun uçtunuz, bir gece otelde dinlenir, sonra devam edersiniz diye açıkladı. Bana biraz gereksiz bir zaman kaybı gibi geldi. Neyse, burayı geçelim. Bu ilk akşamın iyi tarafı, az zamanımız var diye şoförün bizi hava meydanından şehre kestirme bir yoldan götürmesi oldu. Bütün kestirme yollar gibi gayet sapa, inişli çıkışlı, iki arabanın yan yana zor geçtiği, eski, iyice eski Karadeniz yolları gibiydi. Fakat bu sayede kenar mahalleleri, dik yamaçlarda zorlukla tutunmuş evleri, muhteşem uçurumları, en dipte coşkuyla akan dereleri, ne zaman çökeceği belli olmayan eğreti köprüleri görme fırsatı bulduk.

Quito ile ilk tanışmamız böyle oldu. İndiğimiz hava limanı, "Mariscal Sucre" yeni açılmış. Eskisinden 40-50 km daha doğuda, daha güvenli bir yerde yapmışlar. 2500 metre rakımda, etrafı uçurumlarla çevrili bir tepeyi tıraşlayıp düzlemişler. İyi tarafı iniş için fazla alçalmaya gerek kalmaması, kötü tarafı sizden önce inmek için bekleyen bulutların arkasında sıraya girmek. Daha kötüsü bunu iki kere yapmak...




Kestirme yoldan otele vardığımızda 2 saat geçmişti. Sonradan anayolun 50 dakika sürdüğünü öğrendik. Vadilerden ve uçurumlardan geçerken bu şehri nereye kurmuşlar diye düşünmeden edemedim. 300 metre daha çıktık, etti 2800 metre. Bu ortalama bir yükseklik sayılır. Çünkü şehirde düz ayak hiçbir yer yok. Her yer bayır, her taraf volkan, aralarda derin vadiler... 


Quito'ya ikinci gelişimizde, eski şehir merkezinden kıvrıla kıvrıla yükselen, Arnavut kaldırımı döşeli bir yolla 3000 küsur metrelik "El Panecillo" tepesine çıktık. Burası bütün şehrin kuş bakışı görülebildiği bir tepelik. En yüksek noktasını gezi terası olarak düzenlemişler. Ayrıca yerel eşyaların satıldığı tezgahlar vardı. Biz gezerken sonradan isminin Kjary olduğunu öğrendiğimiz bir müzisyen rondador denen flütü ve diğer bazı nefeslilerle yerel müzik parçalarını seslendiriyordu. Çaldıklarından birisi de küçük seramik bir "şey"di. Bir çeşit düdük. Bir tarafında 3, diğer tarafında 4 delik bulunan bu şeyle harika sesler çıkarıyordu. Birkaç cd ve boynundaki küçük seramik şeyi satın aldık. Ayrılırken "siz dolaşın, Quito'yu seyrederken size müzik çalarım" dedi, kalbimizi fethetti...

Rehberimiz, karşıdaki Pichinca volkanının yamaçlarını gösterip "Mareşal Sucre 24 Mayıs 1822'de İspanyolları burada yendi" dedi. Gösterdiği Pichinca tepesi 4690 metre yüksekliğinde halen aktif bir volkan. Şehir bu volkanın eteklerinden başlıyor. Son 1999'da patlamış, halen tavşan uykusunda. Yamacına baktım, bayağı yokuş, hiç bir düz yeri olmayan, iki-üç futbol sahası kadar bir alan! Biz de yüksekte olduğumuz için öyle gözüküyor. Kaleleri nereye kurmuşlar anlamadım. Kadroları sordum, Ekvador 3000, İspanyollar 2000 kişiyle oynamışlar! Tüfekle ölmeyenler yorgunluktan ölmüştür. Adamlar haklı! Zırhlar ve demir başlıklar içinde, ellerinde kilolarca kılıç, kalkan, gürzler filan, dağ bayır koş, can mı dayanır?

Şaka bir yana FİFA 2007 yılında aldığı bir kararla 2500 metrenin üzerinde uluslar arası futbol karşılaşması oynanmasını yasaklamış. Bundan etkilenen ülkeler Ekvador ve Bolivya gibi And dağları üzerinde olan ülkeler. Ama savaşmayı yasaklayan bir kural yok. Gerilla serbest!

DİNSEL ŞEYLER, BAKİRE MERYEM



El Panecillo, İspanyolca'da ufak ekmek parçası demekmiş. Birisi öyle uygun görmüş. Yerlisi "Yavirac" diyor. En tepede vaktiyle bir güneş tapınağı varmış. İspanyollar buna ucube muamelesi yapıp yıkmışlar. Bunun yerine 1976'da 45 metrelik "Madonna" heykeli dikilmiş. 7000 parça aluminyumdan yapılan bu heykelin iki özelliği var. Birincisi, diğer bakire Meryem heykelleri gibi statik değil, dansediyor. İkincisi, sırtında ufak da olsa kanatları var. Bu açıdan dünyadaki tek örnekmiş!

Benim ilgimi çeken Ekvador'da geçtiğimiz her yerde bakire Meryem heykellerinin olmasıydı. İsa'yla, mesihle, havarilerle filan pek ilgileri yoktu! Ayrıca kiliselerdeki ikonalar, duvar resimleri ve kabartmalardaki istisnasız bütün tipler, en azından benim gördüklerim, And yerlilerine benziyordu. İsa son akşam yemeğini And dağlarında yemiş gibiydi. Sordum...

Inka'lardan önce de bu dağlarda yaşayan Canari yerlileri anaerkil topluluklarmış. Ayrıca inanç dünyaları ayın etrafında dönmekte. Ay dişil bir tanrı, yani tanrıça. Canari'ler bu nedenle tapınaklarını ay şeklinde, yuvarlak yapıyorlarmış. Bunu İngapirca'da gördük. Mama Quilla; ay ana, Pachamama toprak ana oluyor. And halkları ve Quechua yerlileri için ana karakteri gayet önemli. İspanyol din misyonerleri uzun süre bu gerçekleri görmezden gelmişler, pek de umursamamışlar. Halk Hristiyan olmayı reddetmiş. Uzun süre İsa'ya karşı direnmişler. Cuenca'da San Sebastian meydanında bir kilisenin önünde 2 metre kadar boyunda bir haç gördük. İspanyollar din değiştirmeyen yerlileri bu haça bağlayıp kamçılar, ibret olsun diye günlerce bağlı bırakırlarmış. Fakat asırlardır olduğu gibi, işkenceler halkın direncini artırmaktan başka işe yaramamış.


Derken, akıllı birisi yerlileri ikna etmenin yolunu keşfetmiş. Meryem'i ön plana çıkarıp, ana kültüne vurgu yapmış. Kiliselerdeki resim ve heykellerdeki tipleri, meleklerin yüzlerini yerlilere benzeterek yapmaya başlamışlar. Çatılardaki süslemelerde ay ve haçı birlikte kullanmışlar. Böylece yerli halk "aaa, içerde bizimkiler var" deyip zokayı yutmuş. Ondan sonrası kolay olmuş. Fakat gene de İsa'yı değil, Meryem'i tercih etmişler. Tapacaksak anamıza benzesin bari demiş olmalılar...


TEKRAR "QUITO", TEKRAR "SWISSOTEL"

20 mayısta Galapagos'tan tekrar Quito'ya döndük. Sanki bu şehirde yıllarca yaşamış ve geri dönüyormuş gibi hissettim. İlk gelişimizde kenar mahalleleri ve yukarıda bahsettiğim yol dışında sadece oteli ve önündeki caddeyi görmüştük. Zaten hava da süratle kararmıştı. Şehir ekvator üzerinde olduğu için güneş 6'da doğuyor, 6'da batıyor. Gece ve gündüz on ikişer saat. Ne yaz saati var, ne kış. Güneş batınca anlıyorsunuz ki saat 6! Biz otele girinceye kadar hava iyice kararmıştı.

Kaldığımız Swissotel, şehrin tarihi merkezinden taksiyle 10 dakika mesafede bir yerdeydi. Otelin kendisi, barı ve dükkanları güzeldi ama hepsi o kadar. Dünyanın her yerindeki benzer otellerden bir farkı yoktu. Bedava internet, bilgisayar, sabahın üçünde bile kahvaltı imkanı belki merkezdeki otellerde bulamayacağımız özellikleriydi. Otele yerleşikten sonra, önce taksi tutup eski şehir merkezine gidelim dedik, ama vazgeçtik. Otelin karşısında barlar ve üstünde müze yazılı, ne müzesi olduğu belirsiz, eski bir bina vardı. Oraları gezer, erkenden dönüp dinleniriz dedik.

Gönül'le birlikte, iki kardeş, elele tutuşup otelden çıktık, yolun karşısına geçtik. Binadaki her yer kapalıydı. Biz vitrinlere bakarken, yolun karşı tarafından el sallayan birilerini gördük. Otelin güvenlik görevlileri yola çıkmış, el kol işaretleriyle geri dönmemizi işaret ediyorlardı. Biz kayıtsız kalınca birisi koşarak yanımıza geldi. Tehlikeli, dedi. Tamam, döneriz, dedik. Fakat bizi almadan dönmemeye kararlıydı. Önümüze düştü, bizi otele kadar götürüp kapıdan içeri soktu, rahatladı. Akşam yürüyüşümüz sadece 6 dakika sürmüş, hangi tehlikeden kurtulduğumuzu anlamamıştık. Ama bizi geri döndüren görevliyi her görüşümüzde, suratındaki ifadeden, yaptığı kurtarma operasyonuyla gurur duyduğunu anladık!!

TAGUARTE


Otelden dışarı çıkamayınca alt katındaki dükkanları gezdik. Bu tarz hediyelik dükkanlar her zaman diğerlerinden biraz pahalıdır ama kaliteli bir şeyler bulmak için bazen tek şansınız olabilir. Bu şans bizi "Taguarte" isimli dükkanda buldu. Vitrindeki takılara hayran kaldım.

Patricia Morales isimli bir kadın sanatçı, Tagua denen  palmiye çekirdeklerinden harikalar yaratmış. Kendisi; Ben onu değil, Tagua beni yarattı diyor (muş)... Çekirdekler 10 ila 30 yıl gibi uzun zamanda olgunlaşıyor ve işlenecek hale geliyormuş. Son hali fildişi gibi beyaz ve sert olduğu için, çekirdeklere bitkisel fildişi de deniyormuş. Farkı; fil öldürmek zorunda kalmadan elde edilmesiymiş... Plastik yaygınlaşmadan önce, Tagua'dan yapılan düğmeler kullanılıyormuş. Şimdilerde süs eşyaları, takılar yapılıyormuş. Özellikle elde işlenmiş at kılıyla kombine edilen kolyeler benim sevgilime çok yakışırmış, vesaire vesaire... Bütün bu mışlı-mişli hikayeyi bir kahve içimi süresinde anlatan güzel Estefania'yı kıramadım, bir kolye seti alıp çıktım...

TEKRAR, YENİDEN QUITO

İkinci gelişimizde şehir turuna çıktık. Bu turu tek tek anlatacak değilim. Çok hoş ve farklı bir şehir. Farklılığın esas sebebi çok dağlık olması. Burada da yer yer yüksek apartmanlar var, fakat kesinlikle TOKİ stili değil ve yükseklikleri de gayet makul. Sonuçta fazla kalabalık olmayan, iki milyon nüfuslu bir şehir. Ekvador'un başkenti. Dünyadaki başkentler içinde rakımı en yüksek olanı. Giderek göç alan, fakat dağlık yapısından dolayı genişleyecek fazla yeri olmayan bir şehir. Dağ dediğime bakmayın, çoğu volkan. Şehir enine genişleyemeyince boya vermiş. Göbeğini Pichinca volkanına yaslayıp kuzeye doğru büyümüş. Bu sefer de hava limanı şehrin içinde kalmış. Onun için yenisini gelişme alanının dışına yapmışlar. Biz bu yeni hava limanına indik.

Şehrin orasında burasında bir sürü park var. Kuzey doğudaki şehir parkı (Parque Metropolitano), altı kilometrekareye yakın alanıyla Güney Amerika'nın en genişi. Bu kadar sıkışıklığa rağmen, nedense parklar park olarak kalmış. Başbakanımızdan aldığım feyzle belediye hizmetlerine bir katkım olur mu diye elime haritayı aldım, şehre şöyle bir baktım; Şuraya bir kaç tünel, araya bir kanal, eski şehrin üstünden bir asma köprü ulaşımı rahatlatır. Boş kalan yerlere birkaç AVM, bir o kadar TOKİkondu yapılır, geriye görkemli bir "Mareşal Sucre" kışlası yapacak kadar da yer kalır! Avluda da çocuklar top oynar! Böylece boş boş oturmamış olur, akıllarına fesatlık filan gelmez. Bu görüşümü yazıp belediyenin şikayet kutusuna attım. İlgililerin dikkatine...

Şehrin değerli binaları, kilisesi, katedrali, parkı, bahçesi, klasik tanımıyla görülecek yerleri bu yazının konusu değil. Bütün bu bilgiler seyahat rehberlerinde, internette vesaire, geniş olarak yazıyor. Ben burada, her zaman yaptığım gibi isminin anlamından başlayıp, ilgimi çeken bir-iki veya üç-dört ayrıntıdan bahsetmek istiyorum.


Şehir eski bir İnka şehri, fakat hiç İnka kalıntısı yok. Tüm tarihi merkez, eski şehir bölgesi, koloni döneminden kalan çok hoş binalarla dolu. Burası tüm Amerika'daki en büyük, en az değişime uğrayan ve en iyi korunmuş merkezlerinden birisi. Türkçe wiki'de şehrin ismi Küverli olarak yazıyor. Bu adı kim koymuş, nereden akıl etmiş, şehre Küverli diyen var mı, bilmiyorum. Aslı Kito diye okunuyor. Bizim rehber, şehrin isminin burada İspanyollardan önce yaşayan Quitu yerlilerinden geldiğini söyledi.

Qui, "quitsa"nın "qui" si, yarım demek, "to" da "tierra" nın geldiği kökten, toprak veya dünya demekmiş. Kelimeler tastamam olmasa da buna yakın şeyler! Yerli rehberlerin yalancısıyım. Dolayısıyla Quito "dünyanın iki yarısının ortasındaki toprak" veya kısaca "dünyanın ortası" demek oluyor. Bunun böyle olduğu İnkalardan beri biliniyormuş. Şehir 1526'da İspanyolların eline geçmiş. Bundan sonra biraz zorlama isimler takılmış. Amerikanın ışığı (Luz de Amerika), cennetlerin şehri (La ciudad de los cielos ) gibi uyduruk (!) lakapları var (mış).

BÜYÜK MEYDAN

Şehir turumuz Bağımsızlık Meydanı'ndan başladı. Halk ağzıyla; Plaza Grande! Ekvador bu kıtada, İspanya'dan ayrılmaya kalkışan ilk ülkeymiş. Önce okyanus kıyısındaki Guayaquil şehri bağımsızlığını kazanmış. Yıl 1820. Bunu iki yıl sonra Quito'nun bağımsızlığı izlemiş. Sonra devamı gelmiş. İspanyollar fiili olarak Ekvador'u terketmişler. Fiili olarak, çünkü kültürleri, dilleri ve dinleri aynen sürüp gitmekte...



Turla birlikte yağmur da başladı. Bunun tek sıkıntısı fotoğraf çekememek oldu. Gayet güzel düzenlenmiş kare şeklindeki meydan, iki-üç katlı kolonyal binalar, Quito katedrali ve Carondelet denen başkanlık sarayı gibi önemli yapılarla çevrelenmişti. Binalardan birisinin önünde askerler 24 mayısta kutlanacak bağımsızlık bayramının hazırlığını yapıyorlardı. Meydanın ortasında çiçeklerle bezenmiş yeşil alanlar, ufak bir çeşme ve 15-20 metre yüksekliğinde fiyakalı bir heykel vardı. 1809 yılındaki bağımsızlık ilanının şerefine, bir Fransız heykeltraşa yaptırılmış. Heykele "İlk bağımsızlık çığlığı" filan gibi anlamlar yüklenmiş. Yüksek bir kaidenin en üstünde, başında zafer tacı, bir elinde özgürlük meşalesi, diğer elinde savaş baltası tutan bir kadın (gene bir kadın!) ve Ekvador'u temsil eden, kondor dahil herşey, kaidenin önündeki merdivenlerde de arkasındakinden kaçar gibi duran bir aslan vardı. 

Bu aslan İspanya'yı sembolize ediyormuş. Yan tarafa heykelin tamamını değil de, sadece önündeki aslanı gösteren fotoğrafını koymamın bir sebebi var. Bu fotoğrafı internette rastladığım bir albümden kopyaladım. Eski bir fotoğraf. Şu anda bu fotoğrafla heykelin kendisi arasında 7 yanlış var! 6 yanlış arka plandaki kadın ve diğer şeylerle ilgili. Onlar artık yok. Yedinci yanlış aslanın gövdesinde! 

Rehber bize heykeli anlatırken aslanın göğsündeki bir delik dikkatimi çekti. Bomboş bir delikten heykelin içi gözüküyordu. Bu nedir? diye sordum. Efendim, 1-2 sene önce İspanyol elçisi bağımsızlık günü kutlamalarında buraya gelip heykele çelenk koymuş. Yandaki resimde görülen, aslanın göğsüne sapına kadar saplanmış ok elçiyi rahatsız etmiş. Olur mu kardeşim? Eski günler geride kaldı. Biz artık dost değil miyiz? Nedir bu? İspanya'nın bağrına saplanmış ok filan? mealinde bir şeyler söylemiş. Bunun üzerine belediye reisi, "rici ederim, bir okun aramızda lafı mı olur" demiş, oku oracıkta kırdırmış. Tanrı, vatan, hürriyet iyi de, bağımsızlık ne ola ki? Adam elçinin şahsında İspanya'ya yağ çekmek için güzelim heykeli ucubeye çevirmiş. İşte böyledir bu işler. Lafla bağımsızlık gemisi yürümez. Alt tarafı bir heykel dersin, oksuz da olur dersin, birisi sırtını sıvazlasın diye okla birlikte onurunu kırarsın.

Meydanın adı eskiden Plaza Grande = Büyük Meydan'mış. Ortaya heykel dikildikten sonra adı Bağımsızlık Meydanı olmuş. Meydandan ayrılıp "Jesuit" kilisesine doğru yürürken rehbere; "artık adını da tekrar Büyük Meydan yaparsınız" dedim. Bu doğru! Gerçekten büyük bir meydan... Halk zaten "Büyük Meydan" diyor, dedi...

MITAD DEL MUNDO, DÜNYANIN ORTASI

İnkaların Nasreddin Hoca'sına sormuşlar; dünyanın ortası neresi? diye. Hoca bastonunu yere saplamış, "dünyanın ortası burasıdır" demiş. İşte burası tam "Mitad del Mundo" denen yer oluyor. Başka bir rivayete göre de "Karakaçanın ön ayağının bastığı yer" diye cevap vermiş. Nasıl olur hocam? diyenlere de "inanmazsanız ölçün" demiş. GPS ile ölçmüşler, doğru çıkmış.

Halbuki Türk Patent Enstitüsü'ne göre dünyanın ortası "Akşehir" oluyor. Nasreddin Hoca Derneğinin 2006 yılında yaptığı müracaat kabul edilerek, Akşehir'deki Nasreddin Hoca Türbesinin önü dünyanın ortası olarak tescil edilmiş. Neyse ki 10 yıllığına! On yıl sonra allah kerim. Nasrettin Hocanın zekasındaki "incelük" Patent Enstitüsü tarafından görmezden gelinerek, ticari ve de turistik amaçla tescil edilmiş, olay resmileşmiş ve de millileşmişti.


Nasreddin Hoca'nınkini daha önce görmüştük. Bir de İnkalarınkini görmek üzere Quito'nun 10 km kadar kuzeyindeki "Mitad del Mundo, dünyanın ortası" diye bilinen yere gittik. Şimdiki sorumuz şu; bu ekvator denen şey bütün dünyanın etrafını kuşak gibi sarıyor da, neden sadece burası dünyanın ortası oluyor? Cevabı kolay. Bu çizgi üzerinde yaşayan halklardan Nasreddin Hoca zekasına sahip olanlar sadece İnkalar da ondan. Peki neden başka yeri değil de bu dağın tepesini seçmişler? Eh kardeşim, neden olsun? Orada yaşıyorlar da ondan...



INTI-NAN, GÜNEŞ MÜZESİ!

Dünyanın ortası namıyla maruf bu mekanda, 30 metre yüksekliğinde bir anıt, etnografya müzesi ve
ekvator deneylerinin sergilendiği "Inti-nan, Solar Museum" var. "Inti" güneş veya ışık
demek. Etnografya müzesi turistler için düzenlendiği belli olan bir yer. İnka'lar bunu
giyer, ölülerini fetüs şeklinde mumyalar, evin bir köşesine böyle koyar diye hızla geçilen
bir kısım. Çünkü çoğu materyal, seramik fıçı içindeki mumya dahil, imitasyon. Bir köşede de
yerlilerin "tsantsa" adı verilen kafa küçültme işlemini nasıl yaptıklarını gösteren ayrı
bir reyon var. Duvarlardaki posterlerde ritüelin safhaları resimlerle anlatılıyor, öndeki bir
fanusun içinde küçültülmüş bir insan kafası sergileniyor. Kafa tüm detayları korunarak
ufaltılmış ve yaklaşık bir kaz yumurtası veya portakal boyutlarında kalmış. İlk dikkati çeken,
boynun alt kısmının ve dudaklarının iplikle dikilmiş olması...

Müzede İnka takvimi, güneş saati gibi şeyler de sergileniyor. Rehberler bu kısımları ne kadar ballandırsa da, turistlerin beklentisi bir an önce başlangıç çizgisine ulaşmak. Esas atraksiyon orada!

Güneş saatine bakıp saatlerimizi ayarladık, ekvator çizgisine ayak bastık. Sonradan, güneş saatinin günde 10 dakika geri kaldığını öğrendik. Belki de doğrusu odur, kim bilir? O kadar kusur kadı kızının saatinde de olur!

JIVARO KABİLESİ, KAFA AVCILIĞI ve KAFA KÜÇÜLTME "TSANTSA"


Müzenin çıkışa yakın bir köşesinde, yerlilerin "tsantsa" adı verilen kafa küçültme işlemini nasıl yaptıklarını gösteren ayrı bir reyon var. Duvarlardaki posterlerde ritüelin safhaları resimlerle anlatılıyor, öndeki bir camekanın  içinde küçültülmüş bir insan kafası sergileniyor. Gerçek olamayacak  kadar küçük, yaklaşık bir kaz yumurtası veya portakal boyutlarında, gerçek bir insan kafası!  İlk dikkati çeken, dudaklarının sıkıca dikilmiş olması...



Kafa avcılığı ve Tsantsa ile meşhur Jivaro kabilesi ülkenin doğusunda, Amazon ormanlarında yaşıyor. Kafa avcılığı devamlı yapılan bir olay değil. Yani her önlerine gelenin kafasını kesmiyorlar. Bunun da bir adabı var. Özel bir ritüel ve genellikle yılda bir kere yapılıyor. Düşman kabileye yapılan baskında yakalanan erkekler öldürülüyor ve kafaları kesiliyor. Veya tersi! Bu kafaların kolye gibi boyunda veya bir mızrağın ucunda taşınması prestij açısından çok önemli. Etrafa korku salma, küçülterek aşağılama gibi anlamları var. Kafa küçültme işlemi için önce tüm kafa kemikleri boyun kısmından çıkarılıp atılıyor. Geri kalan deri bazı bitkilerle birlikte kaynatılıyor. Dudaklar iplikle dikiliyor. Amaç ruhun ağızdan kaçmasını engellemek. Kafanın şekli bozulmasın diye içine sıcak kum, çakıl vs dolduruluyor ve bir yere asılarak güneşte kurutuluyor. Böylece kafa giderek ufalıyor. Çıkacak delik bulamayan ruh da kafanın içinde hapsedilmiş oluyor. Son sözleri "Kafama sahip olabilirsin, ama ruhuma asla!" olan rakip savaşçının hal-i pür melali aşağıdaki resimde görülmekte...



Erkekleri öldürülen kadınlar ve kızlar için durum farklı. Onların ruhlarıyla ilgilenen yok. Yaşlı kadınlar uçları kürarlı mızraklarla yaralanarak ölüme terk ediliyor, genç kızlar ise malum işlemler için (!) alıkonuluyor.

Buraya kadar okuduklarından midesi bulanıp "Ne vahşet!" diye düşünenler için, bazı hatırlatmalar yapmak isterim. Vikingler zafer kutlamalarında, kafalarını uçurdukları düşmanlarının kafataslarına içki doldurup "skol" naraları atarak tokuştururlarmış. "Skol" kafatası demek oluyor! Bunlar geçmişte kaldı diyen daha saf vatandaşlar için güncel örnekler de verilebilir. Düşmanlarının kulaklarını kesip bel kuşaklarından sallandıran modern dünya savaşçıları veya organ ticareti yapan çocuk avcıları veya “kara kafa” avına çıkıp, diri diri yakan, AB yerlisi dazlak kabileleri gibi… Vahşet bazen “köyümüzü neden yaktınız” sorusundadır, bazen de petrole bulanmış bir kuş kanadında... İnsanlık halleri dedim ya, bakarsınız ileride bir gün Jivaro yerlileri boyunlarına kolye, muska veya boyun bağı takıp aramıza karışırlar…

Kafa avcılığı hakkında yazılanlar ve şahsen eklediğim kenar süsleri bu kadar. Fakat konu fazlasıyla ilgimi çekti. Vahşetin tanımını yapmayı bilirkişilere bırakıp, tekrar geriye, Jivaro yerlilerine dönelim. İnternette rastladığım iki ayrıntıdan bahsetmeden geçemeyeceğim.

Bunların ilki evlenme şekliyle ilgili. Jivaro erkeği kendisine eş seçtiği kızla birlikte ava çıkıyor. Bu av ritüeli aynı zamanda evlenme töreni yerine geçiyor. Bir çeşit "gönül muhabbet ister, av bahane" durumu...  Av sırasında her türlü hormon seviyesi tavana vurunca, fırsattan istifade ediyorlar. Kısaca; ne kadar av, o kadar seks...

İkinci konu daha enteresan. Bu küçük kafalardan birisini internet yoluyla satın alarak belinize veya boynunuza asabilirsiniz. Bir firma bu kafaların benzerlerini pazarlıyor. Bereket, replikalarda sadece hayvan derisi kullanılıyor. Örneğin "Karaib Korsanları" serisindeki "Dünyanın Sonu" filminde Johnny Depp'in belinde sallanırken görülen kafanın benzerleri "Jack Sparrow" adıyla 65,95 dolara satılıyor.


EKVATOR DENEYLERİ



Ekvator dediğimiz başlangıç paralelini yere uzun bir çizgi olarak çizip, üstünde bazı deneylerin yapıldığı bir park haline getirmişler. Bir söylentiye göre bu deneylerin bir kısmının ekvator çizgisi üzerinde olmakla ilgisi yokmuş. Ayrıca rehberlerin verdiği bilgiler bilim adamları tarafından pek ciddiye alınmıyormuş, hatta dediklerine göre orada gördüğümüz asıl ekvator çizgisi bile değilmiş. Kimin umurunda? Bir luna parktaydık ve eğleniyorduk...





Bu deneyler buranın ekvator olduğunu kanıtlamıyor ama, ekvator üzerinde yapıldığı için gerçekleşiyor (muş). Fakat bilimsel olarak bu da kesin değil. Müze rehberleri bütün gördüklerimizi bir ucundan "Coriolis etkisi" denen fizik olayına bağlıyor. Yan tarafa resmini koyduğum posterde de böyle bir açıklama var. Bunun detayına girmek beni aşıyor. Okuduğumdan pek bir şey anlamadım. Her zaman dediğim gibi; meraklısı açsın, baksın. Ben açtım ve baktım. O nedenle bilimsel tarafına hiç girmeden sadece gördüklerimi yazacağım. Söyledim ya, burası bir eğlence parkı!


Ekvator çizgisi üzerinde yürüme deneyi; Çizgi üzerinde kollarınızı iki yana açıp duruyorsunuz. Sonra gözlerinizi kapayıp yürümeye başlıyorsunuz. Ne kadar ayarlasanız da çizgi üzerinde kalamıyor, yanlara kayıyorsunuz. Bu testi bir tek Gönül başardı. Normalde düz yolda dümdüz gidemeyen Gönül, çizgi üzerinde boydan boya dümdüz yürüdü, geçti. Ben de geçtim ama itiraf etmek gerekirse hile yaparak! Çizgi hafifçe kabarıktı. Gözümü kapadım fakat ayağımı kaldırmadan, çizgiyi ayağımın altında hissederek, dümdüz yürüdüm.

Ağırlık deneyi; Bu bir deneyden çok deneyim sayılır. Ekvator çizgisi üzerinde tartılınca baskül sizi 700 gr daha hafif gösteriyor...

Kol gücü deneyi; Çizgiden 1-2 metre uzakta kollarınızı ileri uzatıp, ellerinizi yumruk yapıyorsunuz. Rehber gelip yumruklarınıza asılıyor, aşağı indirmeye çalışıyor. Siz de direniyorsunuz. Sonra çizgi üzerinde aynı deney tekrarlanıyor. Bizim rehber kız gönüllü isteyince kendimi ortaya attım. Çizgi üzerinde kız epeyce asıldı ama pes etmedim. Deney görünüşte olumsuz neticelendi. Bana soracak olursanız, çizgi üzerinde harcadığım güç hemen hemen iki misliydi. Yani test pozitif sonuçlanmıştı, ama çaktırmadım. Serde Türklük var! Kıza teslim olmamak için kollarım koptu...


Yumurta deneyi; Bu en güzeli ve önemlisiydi. Çünkü başaranlara diploma veriyorlardı. Bir çeşit "yumurtayı kıç üstü oturttu" karnesi! Tam çizgi üzerine bir çivi çakılmış. Bir yumurtayı bu çivinin üstünde dimdik durdurmaya çalışıyorsunuz. Tabii ki kolay kolay durmuyor. Kristof Kolomb bile ancak dibini kırarak düz durdurabilmişti. Diploma almayı kafaya koyduğum için, daha olmazsa yumurtayı biraz sertçe vurur, çiviye çakarım diye aklımdan geçiyordu. Fakat gerek kalmadı. Yumurtayı avucuma aldım, tek hareketle çivinin üstüne oturttum. Hani alkış! Sonra bizim gruptan başka bir arkadaş, Nurettin Bey de başardı. Gönül, "bana da diploma" diye rehber kızı epeyce sıkıştırdı. Kız inatla vermedi. "Sadece deneyi başaranlar alacak" dedi, konuyu kapadı. Bereket versin Nurettin Bey kibar adam, kendi diplomasını Gönül'e hediye etti. Diplomanın üzerinde ikisinin ismi birlikte geçiyor. Sanki yumurtayı birlikte tutup dikmişler gibi... Anlayacağınız, yumurtayı dik oturtmak bu kadar ciddi bir iş!



Lavabo deneyi; Bu deney müzenin en popüler deneyi. Bildiğiniz gibi... Bildiğiniz gibi diye başlayınca kimlerin neyi bildiğini açıklamam lazım. Biz, kuzey yarım kürenin homo sapiensleri olarak bildiğimiz, kasırgaların ve girdapların saat yönünün tersine döndüğü, suyun lavabonun deliğinden akarken gene saat yönünün tersi yönünde dönerek boşaldığıdır. Güney yarım kürenin homoları da, pardon, homo sapiensleri de bunun aksini bilirler. Biz deneyler sırasında hem kuzeylilerin, hem de güneylilerin görüp bildiğini, dünyanın ortasında, bir arada gördük.



Deneyde önce, içi su dolu ufak bir leğen tam ekvator çizgisi üzerine konuyor. Su durulunca ortasındaki kapak açılıyor. Leğenin içindeki su altta duran kaba doğru akmaya ve leğen boşalmaya başlıyor. Rehber akım yönünü daha iyi görelim diye leğene ufak bir yaprak parçası atıyor. Yaprak su akımıyla doğrudan deliğe yönelip, birlikte aşağıya akıyor.

İkinci kısımda, leğen ekvator çizgisinin 1 metre kadar kuzey tarafına konuyor. Deney tekrarlanıyor. Kapak açılınca su, üstündeki yaprakla birlikte saat yönünün aksi istikamette döne döne delikten aşağı akıyor.


Üçüncü kısımda aynı deney ekvator çizgisinin güneyinde yapılıyor. Delik açılınca su bu sefer öncekinin tamamen aksi yönde, yani saat yönünde dönerek boşalıyor.

Gördüğümüz olaylar illüzyon bile olsa çok etkilendik ve eğlendik. Diplomamı çerçeveletip, Alaska'dan aldığım kutup sertifikasının yanına, duvarıma asacağım.

EL CRATER

Müzeden sonra kuzeye doğru 8-10 km daha gittik, indik-çıktık değil de tekrar çıktık-çıktık, 3350 metre rakımda, Pululahua volkanının krater ağzına geldik. Krater çapı yaklaşık 8 kilometreymiş. Vakti zamanında gayet görkemli ve ürkütücü olması muhtemel bu volkan, en son milattan önce 500'lerde patlamış ve tamamen sönmüş. Kenardan eğilip bakınca 250-300 metre aşağıda bir köy gözüküyor. Kraterin dibine ilk olarak İnkalar yerleşmiş. Arkadan keşişler gelmiş oturmuş. Sonradan kamulaştırma filan derken yerli halkın elinde kalmış. Bu köyü görmemiz tamamen tesadüf. Zira aşağıdan yukarıya doğru yükselen bulutların yoğunluğu görüşü iyice engelliyor. Bulutların hareketine kendinizi kaptırıp ipnotize olmanız ve köyü filan boş verip, sadece bulutları seyretmeniz de mümkün. Pululahua, Quichua dilinde "suyun dumanı" demekmiş...

İşte bu kraterin kenarında, bir yanı kratere bakan şık bir restoran ve motel var. İsmi; El Crater. Ne yediğimizi hatırlamıyorum ama, şık bir ortamda, keyifli bir yemek yedik, lamaları seyrettik, bulutlara daldı, Quito'ya döndük.


CUENCA

Quito'dan Cuenca'ya uçakla geçtik. Burası ülkenin güneyinde, 2500 metre yükseklikte kurulmuş, ülkenin üçüncü büyük şehri. Nüfusu resmen 350 bin kadar. Eski Cuenca şehrinin etrafı, ileride Amazon'a dökülecek olan dört nehirle çevrili. Dolayısıyla şehre yerlileri "nehirlerin kesiştiği yer, nehirlerin kavşağındaki yer" anlamına gelen Cuenca ismini vermişler. Şehrin bu kısmı 1999'da Unesco'nun dünya mirası listesine girmiş. Sloganı ise "bütün dünya", her ne demekse?



İklimi Quito gibi ılıman. Yıl boyunca gündüzleri ılık ve geceleri sadece bir süveter veya ceket ile gezilebilecek gibi. Coğrafi yapısı ise onun kadar inişli çıkışlı değil. Eski şehir kısmı bir plato üzerinde, hemen hemen dümdüz bir alanda olduğu için dolaşması gayet kolay ve kaybolmak zor. Zaten tamamı bir ucundan diğerine 1 saatte gezilebilecek gibi. Yollar gayet düzenli, birbirini dik kesen, bizim Arnavut kaldırımı dediğimiz parke taşlarıyla döşeli, iki otobüsün yan yana geçebileceği genişlikte... Yer döşemeleri için yerli halkın ne dediğini bilmiyorum. İnka kaldırımı olabilir! Vadide gürül gürül akan bir nehir eski ve yeni şehri birbirinden ayırıyor. Platonun yamaçları yemyeşil ve çok bakımlı. Bunları diğer tur arkadaşlarımızdan ayrılarak Gönül'le birlikte dolaşırken keşfettik.


Niyetimiz gezi broşüründe resmi olan bir evi görmekti. Ev dik bir yamaçta inşa edilmiş, önündeki balkonlarında çok hoş tahta işçiliği olan bir evdi. Rehber evi tanımadı ama yamaca giden yolu tarif etti. Benigno Malo'dan güneye ilerleyince yamacı döne döne inen yolu göreceksiniz dedi. Burası bizim otele 10 dakika mesafede bir yerdi. Yürüdük. Geçtiğimiz yerlerde millete sorduk, kimse evi tanımadı. Yokuşu indik, nehrin üstünden geçtik, sağa sola baktık. Duran trafiğin önünde lobutla gösteri yapıp bahşiş toplayan gençlere sorduk. Durakta bekleyen herkese sorduk. Elimizdeki resimde gördüğümüz evi bulamadık. Sora sora coşkuyla akan nehir boyunca yürüdük. Manzara çok güzeldi, evler yamaca zorlukla tutunmuş gibi, ürkütücü fakat hoştu, lakin bizim ev yoktu. Dik yamaçlardaki çimleri kesip düzelten bahçıvanları ve nehri seyrederek epeyce yürüdük. Sonunda pes deyip bir taksiye atladık, en iyi bildiğimiz yere, San Sebastian meydanına döndük. Burası Cuenca'ya ilk geldiğimizde indiğimiz meydandı. Yürüyerek tüm şehri katettik, meydanlarda oturduk, kitapçılara girip kitap aradık ve ancak ortalık karardıktan sonra otele vasıl olduk. Resmi son sorduğumuz adam, aradığımız evin bu şehirde değil, Cuenca'ya tepeden bakan Turi kasabasında olduğunu söyledi.

Cuenca, yerel ve tarihi özellikleri Quito'dan daha zengin bir şehir. Bazı binaların alt katlarında İnkalardan kalan duvar parçalarını, taşları görmek mümkün. Fakat bütünüyle İnka devrine ait denebilecek bir yer yok. Onun için herşey kolonyal dönemde başlamış gibi gözüküyor. Şehirde en çok aklımda kalan yerler; kaldığımız butik otel, kapalı pazar yeri, çiçek pazarı, Tiestos restoran, yamaç evleri ve Panama şapkalarının yapıldığı imalathane oldu. Ufacık şehir için bayağı iyi bir performans!

"Santa Lucia" Oteli


Cuenca'da kaldığımız otel, Santa Lucia, eski şehrin göbeğinde, çok özel bir binaydı. 1859 yılında, zamanın eyalet valisi tarafından yaptırılmış. Bu bakımdan yüz yılı aşkın bir süreçte önemli olaylara şahit olmuş. 1999'da restore edilerek otele çevrilmiş. 2002'de tarihi binalar için verilen "en iyi restorasyon" ödülünü almış. Bu dönemin çoğu evi gibi ortasında bir avlu ve avluya bakan 20 odadan ibaret, bizdeki yazlık kervansaray hanlarını andıran iki katlı, şık bir binaydı. Şehirdeki avlulu binalardan çoğunda olduğu gibi, girişinde hayvan omurlarından yapılmış süslemeler vardı. Bana çok enteresan geldi.

Tiestos Restoran


Burası eski şehirde yemek yediğimiz harika bir lokanta. Randevusuz gidildiğinde yer bulmak imkansız. Mekan ve dekor daha girişten itibaren etkileyici. Masa ve sandalyeler eski stil, duvarlarda orijinal tablolar ve aralarında elle yapılmış zarif süslemeler var. Lokantanın konsepti; La buena mesa! yani iyi masa... Masaya konan her tabak birbirinden farklı. Elle boyanmış, orijinal seramik tabaklar. Yemekler ve servis, her şey kararında. Karidesler hariç! Bizim başka yerde yediklerimiz Jumbo ise bunlara ne denir bilmiyorum.

Ve de patronun kendisi, Juan Carlos Bey ve ailesi, hepsi mükemmel. Juan hem patron, hem aşçı, hem garson, tam bir ev sahibi. Masalarla tek tek ilgileniyor. Öyle bir servis yapıyor ki, boğazınıza kadar doysanız da ayıp olur diye devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Yemeği sevdiğinizi söylerseniz, ekstra tabak getiriyor. Tarif isterseniz yazarak, çizerek anlatıyor. Restoranın özelliği yemeklerin "tiesto" adı verilen kaplarda pişmesi. Tiesto, Fas'taki tajin benzeri, kapaklı toprak güveç kabına verilen isim.

Karides, petrol ve muz ile birlikte Ekvador'un en önemli ihraç maddelerinden birisi. Doğal olarak menü karides güveçle başlıyor. Ve bu başlangıç bile doymaya yetiyor. Ondan sonrası anlatılacak gibi değil. Juan, annelerimizi aratmayan "yemezseniz darılırım" havalarında, devamlı bir şeyler getiriyor. Sonra karısı devreye giriyor. Onun görevi tatlı servisi yapılacak tabakları reçellerle boyamak. Her tabağa ayrı desen çiziyor. On dakika sonra yok olacak çiçekleri, Renoir edasıyla resmediyor. Kızlarının görevi ise kasada durmak. Ne kadar para ödediğimizi bilmiyorum. İşin en güzel tarafı da buydu. Gezi boyunca bu tarz yemeklerde, içki dahil hiç para ödemedik.

Kapalı pazar yeri


Burası yerli halkla iç içe olunabilecek en uygun yer. Dolayısıyla fotoğraf çekmek için ideal bir mekan. Rengarenk tezgahlar ve tezgahların arasındaki her boşluk girişimci kadınlarla dolu. Buraya kadınlar pazarı bile denebilir. Resim çektiğinizi fark ederlerse hafif irkiliyorlar ama sorun olmuyor. Gene de habersiz çekmek daha iyi. Farkına varırlarsa %50 şansınız var. Bir köşede iki kadın gördüm. "İkinizi çekebilir miyim?" diye izin istedim. Bir tanesi "bir dolar" dedi ve ayağa kalkıp poz verdi. Diğeri hemen kaçtı. "50 sent oldu" dedim, güldü...


Çiçek pazarı

Quito'da Swissotel lobisindeki devasa gül demetleri ve her gece yataklarımıza bırakılan güller bizi büyülemişti. Kocaman tomurcuklar günlerce açmadan duruyor, taptaze kalıyorlardı. Manda gözü, tomurcukların yanında ufak kalırdı. Cuenca'da mis gibi kokular içinde bir çiçek pazarına rastladık. Rehbere bu çiçek bolluğunu sorduk, anlattı;


Hollanda dünyaya sattığı çiçeklerin çoğunu Ekvador'dan getirtiyormuş. Buna benzer bir ticareti Kenya'da da duymuştum. Orada da çiçek üretimine 99 yıllığına çok az bir meblağ karşılığında el koymuşlar. Kenya'lılar bu anlaşmanın farkına vardıklarında sözleşmenin bitmesine 40-50 yıl daha varmış! Buradaki yöntemlerini bilmiyorum. Umudum halkın daha uyanık olduğu yönünde. Bu tahminimi Texaco isimli petrol şirketinin başına gelenlere dayanarak yapıyorum. Olay kısaca şöyle (uzun versiyonu internette bulunabilir); 1993'te bir grup yerli halk birleşerek, doğal ortamlarının zarara uğradığı ve kanser olaylarının arttığı gerekçesiyle, Amazon bölgesinde petrol çıkaran Texaco şirketine karşı dava açmışlar. 2011'de dava sonuçlanmış ve Texaco gittikten sonra petrol işini üstlenen Chevron şirketi, çevre olaylarında şimdiye kadar verilen en büyük cezaya, 8 milyar dolar ödemeye mahkum edilmiş. Bir 8 milyarlık ceza da yerli halktan özür dilemedikleri için verilmiş. Halen Chevron'un açtığı karşı dava sürmekteymiş. Sonuç ne olur bilmiyorum, ama büyük ihtimalle paralar çarçur olur, ölen öldüğüyle, Amazon da gittiğiyle kalır.

Bununla beraber Ekvador 2008 yılında, "Doğa Hakları" konusunu anayasal haklar olarak tanıyarak legalleştiren, dünyadaki ilk ülke olmuş. Hayırlısı olsun. Bizim anayasamızda da neler var, neler... Yeter ki birisi fetva versin!

Tekrar çiçek pazarına dönelim... Veya dönmeyelim... Daha fazla bir şey yazmak içimden gelmedi... Zaten bu Texaco olayına değinmek için çiçekleri bahane etmiştim!

Panama şapkaları

Panama şapkalarının Panama'da değil, Ekvator'da, ve özellikle Cuenca'da yapıldığını burada öğrendim. Zira şapkaların yapıldığı palmiye cinsi bitki "carludovica palmata", yalnız Ekvador'da yetişiyormuş. İlk tipleri omuzları koruyacak kadar geniş kenarlı olduğundan, bu şapkalara "yarasa kanadı" deniyormuş. Panama Kanalı kazılırken diğer komşu ülkelerden olduğu gibi Ekvador'dan da bir sürü işçi Panama'ya gelmiş. Bunlar, güneşten korunmak için yanlarında getirdikleri şapkaları takıyorlar ve bu sayede güneşten diğerleri kadar etkilenmiyorlarmış.  Bir süre sonra tüm kanal işçileri bu şapkalardan takmaya başlamış. Böylece şapkanın adı "Panama Şapkası" olarak kalmış. Ekvador'luların da buna bir itirazı olmamış. 

Zamanla şapkanın siperliği daraltılmış. Genellikle 7 cm.den geniş yapılmıyormuş. Beyaz olması ve siyah bandı tipik özellikleri. Liflerin kalınlığına ve örgü sıklığına göre fiyatı 20 dolardan 200 dolara kadar değişiyor. Tabii ki bunlar fabrika fiyatı. Cuenca'nın kıyısında köşesinde basit şapka imalathanelerine rastlamak mümkün. Bütün gün balkonunda oturup, şapka örenler de var. Ayrıca dünyaca ünlü markaları mevcut. Biz bunlar içinde en çok tanınan, Johnny Depp ve Ben Affleck'in şapkacısı "Homero Ortegas"a gittik.

İmalathaneyi bir müze ve satış reyonu ile birleştirmişler. Gezerken şapkanın nasıl yapıldığına dair her aşamayı izleyebiliyorsunuz. Müzenin girişinde, şapka ören gayet güzel bir yerli kız da vitrin görevi yapıyor. Nazar değmesin diye yüzü gözükmeyen bir fotoğrafını seçip, yan tarafa koydum!

CUENCA'DAN AYRILIŞ, AND DAĞLARI, INGAPIRCA

Sabah otobüsümüz geldi, Cuenca'dan ayrıldık. Guayaquil şehrine gidiyoruz. Oradan Galapagos uçağına bineceğiz. Kağıt üzerinde 3 saatlik bir yolumuz var. Fakat haberler kötü. Yol yapımı dolayısıyla dinamitleme vs, dağlarda bir yerlerde beklemek zorunda kalabilirmişiz.

Cuenca'dan ayrılırken yeni şehrin içinden geçtik, Üniversite, müzeler, gene fazla yüksek olmayan evler derken şehri arkamızda bıraktık. Cuenca'nın zenginlerine ait villaların yoğunlaştığı dağ eteklerini uzaktan gördük. Sonra tepeler, yemyeşil vadiler, muhteşem dağlar, volkanlar, kasabalar, kiliseler, kanatlı meryemler, yine dağlar, gene kestirme bir yol derken, anayoldan ayrılıp, toplam 65 kilometre kadar sonra Ingapirca'ya geldik.

Ingapirca


Ingapirca, "İnka taş duvarı" anlamına geliyor. And dağlarında, Cuenca - Guayaquil yolu üstünde, İnka ve Canari kökenlerinin aynı alanda, yan yana görülebildiği bir kale-tapınak kompleksi. Yakınında halen Canari halkının yaşadığı ufak bir köy, ufak bir kilise, turistler için bir kaç dükkan ve bakkal var. Çevresi ekili alan. Etrafta lamalar otluyor. Burası Ekvador'da bilinen en büyük İnka kalıntılarının bulunduğu yer. Fakat yörede şimdi olduğu gibi, İnkalardan önce de oturanlar, aslen Canari yerlileri... Otobüsümüz köyü geçip kalıntıların önündeki giriş binasının önünde durdu. Yerli halk bizi umursamaz bir şekilde günlük yaşantısına devam ediyordu. Etrafta ne satıcılar, ne de sizi dükkanlara sokmak için çekiştiren kimse vardı. Şaşırtıcı ama gezdiğimiz hiç bir yerde bu tarz bir tacize uğramadık.



Yerliler orta boylu, geniş gövdeli, kuvvetli ve sağlam yapılı bir halk. Bacak boyları nispeten kısa. Yük her yerde olduğu gibi, çocuk olsun, pazar yükü olsun, kadınların sırtında. Şal ve şapka kıyafetlerinin vazgeçilmez iki öğesi. Şallar genellikle kırmızı çizgili, şapkalar siyah. Kadınlar bizim "kloş" dediğimiz cinsten, geniş ve rahat etekler giyiyorlar. Renkler canlı ve çeşitli, en çok da kırmızı ve mavi. Eteklerin uçlarında ince ince işlenmiş motifler ve ille de güller var. Daima dik omuzlar ve çevik adımlarla, aceleleri varmış gibi yürüyorlar. Atlar da insanlar gibi kısa boylu ve dayanıklı. Denebilir ki, birlikte bir yaşam kurmuşlar, yuvarlanıp gidiyorlar…


Görülüyor ki Canari halkı her tür güçlükle başa çıkacak kadar dayanıklı. Düşük oksijen, yüksek dağlar, dik yamaçlar uzak mesafeler onlar için fark etmiyor. Doğaya ve istilalara bir şekilde dayanmışlar ve hayatta kalmışlar. Önce İnkalar gelmiş. Sayıca üstünlüklerine rağmen onlarla başa çıkamamış. İnka kralı bakmış ki savaşla olmayacak, akraba olalım bari demiş. Canari halkı dünden razı. Başlık parası yerine otonomi talep etmişler. Evlilik yoluyla politik bir birleşme gerçekleşmiş. Kısaca evlenmişler ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar. Tabii ki burası yalan! Olay evliliğe bağlanınca, akıllı telefonların metin tamamlama fonksiyonu gibi, bu klişe otomatik olarak düştü!

Masallardaki mutlu sonların gerçek hayatta pek görülmediğini bir süre sonra İnkalar da öğrenmişler. İspanyol istilası sırasında Canari halkı İnkalara karşı, İspanyolların tarafında savaşmış. Nasıl olsa beyaz adam gün gelir evine döner, biz de böylece İnka belasından kurtulmuş oluruz, diye düşünmüş olmalılar. Doğru veya yanlış. Burada kimseyi yargılamıyoruz. Canari halkının genleri İnka genlerinden daha bencil çıkmış! Sonuçta İnka bitmiş, Canari halkı bugüne kadar yaşamış. Gen deyince aklıma geldi. Canari kelimesi "kan" ve "ara" köklerinden oluşmuş. "Kan" yerli dilinde yılan, "ara" ise "macaw" denen, mavi sarı renkli bir cins papağan anlamına geliyor. Dil bilimcilere göre, atalarının yılan ve papağan olduğuna inanıyorlarmış!

Masalı bırakıp geriye dönelim. İnkalar, Canari'lere tam bir otonomi tanımışlar. Canari halkı bu sayede inançlarını ve geleneklerini sürdürmüş, dillerini korumuş. Cuenca ve İngapirca'da bu ittifakın sonuçları rahatlıkla görülebiliyor. Kalıntılar iki medeniyetin izlerini birlikte taşıyor. Biri birinin üstünde değil, biri diğerinin yanında... Bu satırları yazarken şeytan dürtüp durdu. Bugünümüze örneklemek için bir sürü benzerlik gördüm. Fakat vazgeçtim. Vazgeçmemin bir sebebi de kimi kiminle evlendireceğime karar verememek oldu! Yukarıda anlattığım örnekte İnka kralı, Canari prensesiyle evleniyordu!


Tapınak alanına girince ilk dikkati çeken, ötedeki köşeli yapıların aksine, ön taraftaki kalıntıların daha çok yuvarlak şekilde olması. Bunlar Canari halkı tarafından yapılmış. Yanda resmini koyduğum armalarından da anlaşılacağı gibi ay, Canari inançlarında önemli bir yer tutuyor. Ayrıca ay takvimi kullanıyorlar. Bir köşede büyük taşlar duruyordu. Rehber bunlardan birisinin takvim olduğunu söyledi. Üzerinde her biri gök cisimlerini temsil eden oyuklar var.  İçleri suyla dolduruluyor ve bakınca o günün hangi zamana denk geldiği anlaşılıyormuş. Yani biraz fazlaca anlayışlı olmak gerekiyor! Yerel rehberin söylediğinden not ettiğim şekliyle olay böyle bir şey. Çok kolay bir şeymiş gibi anlattı..


Eski taş yığınlarından birinin üzerine, orijinal malzemeler kullanılarak bir Canari evi yapılmış. Son derece basit, 12-14 metrekarelik yüksek tavanlı bir ev. Evin biraz ilerisinde passiflora ağacı vardı. Bunu daha önce gördüğümüz için uzaktan tanıdık. Ön tarafta da dallarından kabak çiçeğine benzeyen kırmızı-sarı renkli çiçekler sarkan, 2-3 metre boyunda başka bir ağaç duruyordu. İsmi Melek borusuymuş. Muhtemelen kafa yapıcı bir tarafı vardır dedim, Türkiye'ye dönünce araştırdım. Anavatanı Güney Amerika olan bu bitkinin tüm kısımları scopolamin ve atropin içeriyormuş. Çay şeklinde içilince halusinojenik etki yapıyormuş. Dozu fazla kaçırıp ölmek de mümkün. Mutlu son diye buna derim...

Yuvarlak şekilli kalıntıların bittiği yerde köşeli yapılar başlıyor. Bu kısım 15inci yüzyılda İnka kralı Huayna Capac'ın emriyle yapılmış.  Bu kadar yakın olmasının nedeni, yerli halkı kontrol altında tutmak istemeleri olabilir. Etrafta işyerleri, mandıra ve banyolara ait olduğu söylenen kalıntılar var. Yol kenarlarında nereden başlayıp nerede bittiği belli olmayan su arkları görülüyor. İnkalar bu arklarla kilometrelerce öteden şehre su taşımışlar. Büyük kısmı sapasağlam duruyor. İleride, dört yana hakim, gayet stratejik bir tepede ana tapınak kalıntısı yekpare bir kayanın üzerinde yükseliyor. Burası  "güneş tapınağı"...


Tüm tapınak kompleksi harç kullanılmadan yapılmış. Bu, İnka yapılarının genel özelliği. Taşlar birbirinin girinti çıkıntısına uyacak şekilde tıraşlanmış ve yanyana getirilmiş. Tapınağın tabanı elips şeklinde. Elipsin yönü, kapı ve pencereler, bütün eski tapınaklarda uygulanan bir bilgelikle ayarlanmış. Amaç, yaz "gün dönümü" sabahında, yani 21  Haziran'da, günün ilk ışıklarının tapınağın tepesindeki küçük odanın kapısından girmesini sağlamak. Böylece diğer her yer henüz karanlıktayken gün ışığı odaya girecek ve bu mutlu anı hınzır bir tebessümle bekleyen baş rahibi aydınlatacak! Zavallı halkım yeni bir mucizenin daha gerçekleştiğini görerek vect içinde yerlere kapanacak! Benzer bir "mucizeyi" Mısır'daki "Abu Simbel" tapınağında görmüştük. Tarih boyunca bu işler böyle yürümüş. Muktedirler kendi ihtirasları için halkın zaaf ve inançlarını kullanmışlar. Güneşe tapıyorsanız güneş, ampule tapıyorsanız ampul! Hükmetmenin yolu halkın gözünü kamaştırıp, körleştirmekten geçiyor.


GUAYAQUIL YOLUNDA

İngapirca'dan ayrılıp ana yola çıktıktan bir süre sonra inişe geçtik. Artık And dağlarını arkamızda bırakıyorduk. Fakat bu o kadar kolay olmadı. Kilometrelerce uzayıp giden yol yapım çalışmaları yüzünden epeyce uzun süre durup beklemek zorunda kaldık. Sonuçta dağ bitti, düze indik. Deniz kenarına kadar olan kısımlar dağlık bölgelerden çok farklıydı. Önce havanın nemi, sonra sıcaklığı arttı. Trafik kalabalıklaştı. Otantik giysilerle dolaşan insanlar giderek azaldı. Kalabalık, nem, sıcak, trafik, küçük sanayi, otoyol, paralı yol derken Ekvador'un en büyük şehri ve ticari merkezi Guayaquil'e geldik. Geldiğimizi önce deniz kokusundan, sonra trafiğin tıkanmasından anladık. Bizim İstanbul'umuz ekonomi, coğrafya, denizle ilişki, nüfus ve trafik açısından neyse, Ekvador'da Guayaquil o oluyor. Quito da Ankara'ya benziyor.

Uçağımızın kalkış vaktine çok az kalmıştı. Rehberimiz deniz kenarında yemek yiyeceğimiz lokantadaki rezervasyonu iptal etti. Yolumuzun üstündeki 5 yıldızlı bir otelin, herhalde Sheraton'du, restoranına girip alelacele karnımızı doyurduk, tam vaktinde hava limanına vasıl olduk. Panama Havayolları uçağı apronda bizi bekliyor. Kuzeye, Amerika kıtasının orta yerine, Panama’ya gidiyoruz. 18:25 hareket, 20:35 varış…










1 yorum:

  1. " Dünyalar yolcusu
    Huzurla devam et yoluna - Rilke "

    ki ,keyifli okumalarımız çoğalsın.

    YanıtlaSil