25 Haziran 2013 Salı

GALAPAGOS

İki aslan bir antilop yakalamış, yiyorlarmış. Aslanlardan birisi hem yiyor, hem söyleniyormuş; "Biz hep böyle zayıfları yakalayıp yiyoruz. Kalanlar daha hızlı, güçlü ve çevik oluyor, kaçıyorlar. Bir süre sonra zayıf hayvanlar bitecek. Kalanların yeni nesilleri de aynı şekilde güçlü, çevik, ve hızlı olacak. Biz de onları yakalayamayacak, aç kalacağız". Daha yaşlı olan aslan kafasını sinirle iki yana sallamış, diğer aslanın ensesine sıkı bir şaplak atarak "sana çok kitap okuyorsun demedim mi?" demiş!

Evet, bu sefer o aslanın okuduğu kitaba ilham veren yere, Galapagos adalarına gidiyorum.



YOLCULUK

Posta kutuma bilumum turizm şirketlerinden mektup, duyuru gelir, çoğunu hiç okumadan silerim. Bu sefer elim varmadı. Konu kısmından bakan kelime beni büyüledi; Galapagos! Daha önce neden aklıma gelmemişti? Tekerleme gibi söylediğim bir cümle vardı; "İlk önce en kuzeye, sonra en güneye gideceğim. Daha sonra araları dolduracağım". Böylesi çok havalı olacaktı, ama olamadı. Laf Çin feneri gibi havada kaldı. Bari Senegal, Tibet filan gideyim derken bu mektup geldi. Galapagos, başka bir dünyadan gelen uzay gemisi gibi hayallerimin orta yerine, sert ve beklenmedik bir iniş yaptı. 



Geziye nasıl çıktık, nasıl hazırlandık, Ekvador gezimi anlatırken yazmıştım. Burada tekrarlamayacağım. Meraklısı açsın, not defterime baksın. Özetle; Karındaşım ve pek gönüllü yoldaşım Gönül'le yola düştük, 17 Mayıs günü Galapagos'a vardık. Molalar hariç, toplam 20 saat uçtuktan sonra Baltra Adasındaki hava limanına indik. Molalarla birlikte iki gün bile sürmeyen veya karamsar ifadeyle, neredeyse iki gün süren yolculuk, muhtemelen okurlara biraz uzun gelecektir. Bana gelmedi. Darwin'in 27,5 metrelik iki direkli bir yelkenliyle Galapagos'a varışı 3 yıl, 9 ay kadar sürmüş. En azından buna saygı duymak lazım! Üstelik hastalıklarla kesilen, yıpratıcı bir deniz yolculuğu yapmış. Bizimse keyfimiz yerindeydi. Önümüzdeki ekranda güzel filmler, dijital oyunlar, sudoku, mayın, kırılacak bir sürü rekor vardı...


GALAPAGOS ADALARI



Galapagos adaları en yakın karaya 1000 km mesafede, on dördü nispeten büyük, irili ufaklı 62 adadan oluşuyor. Haritalarda  “Galapagos” adı ilk defa 1570 yıllarında geçmeye başlamış. Ünlü coğrafyacı, kozmograf ve haritacılar Mercator ve Ortelius kaplumbağaları görünce adaları "Insulae de los Galopegos" (Kaplumbağa Adaları) olarak tanımlamışlar. İki bilim adamı da köken olarak bugünkü Hollanda-Belçika taraflarından... Fakat o yıllarda bu ülkeler şimdiki isimleriyle anılmıyorlar. Örneğin Mercator’un memleketi “Flandra Kontluğu, Habsburg Hollandası, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu” olarak geçiyor.. Ben merak edip İspanyolca sözlüğe baktım. “Galápago” kelimesinin (İkinci hecede vurgu var) iki anlamı varmış. İlki kaplumbağaya çok benzeyen, tatlı sularda yaşayan bir cins sürüngen olarak geçiyor. İkinci anlamı ise “Kadınların kullanımı için hafif eyer”. Bunlar günümüzdeki anlamları. On altıncı yüz yılda farklı olabilir. 

Darwin ise adaları ilk gördüğünde volkanik yapısından dolayı "Kraterler Ülkesi" demiş.

Adaların resmi adı ise “Colón TakımadalarıArchipiélago de ColónColumbus'tan geliyor. Fakat hiç kimsenin Kolon dediğini duymadım. Rivayet o ki, adaları Berlanga adındaki bir piskopos 1535 yılında, Panama’dan kalkıp Peru’ya, İnkaların katili İspanyol fatih Pizarro ile görüşmeye giderken yolunu (veya rotasını) kaybedince tesadüfen keşfetmiş (!). Adalarda İnka ve hatta İnka öncesine tarihlenen yerli malı çanak çömlek bulunmasa buna inanmak mümkün. Ben ilk defa gördüm deseydi, dönüşte günah çıkartmak zorunda kalmazdı…


Üç saat uçtuktan sonra uçakta kıpırtılar başladı. Herkes camlardan aşağı bakıyor, sonsuz gibi gözüken okyanusta kuru bir yer arıyordu. Biraz sonra gördük. Üzerinde hiç ağaç gözükmeyen, kıraç, hemen hemen dümdüz, boş bir adaydı. Kıraç dediysem 3000 metreden gördüğümü söylüyorum. Sonra bir ada daha gördüm. Sonra bir tane daha. Aralarında dar bir boğaz. Boğazın kıyısında gezi tekneleri, kotralar... Neden bilmem, daha farklı şeyler görmeyi bekliyordum. Daha çok ağaç, daha yeşil, daha yüksek... Değilmiş.

Yeryüzündeki en önemli flora ve faunaya sahip adaları ilk görüşümüz böyle oldu. Acaba denizden geliyor olsaydık ne görecektik? İlk izlenimlerimiz nasıl olacaktı? Uçaktan inip tekne bulmak, yeniden geliyormuş gibi yapmak zor olacak. Daha kolay bir yolu var. Darwin'den dinleyelim. Beagle, takımadanın en doğusundaki Chatham Adasına yaklaşıyor. Yıl 1835. Ada kadar bakir bir yer ki, değil 179 yıl, bir o kadar daha geçse değişiklik olacağını sanmıyorum. Alan Moorehead naklediyor;

"...kıvrılıp bükülerek çevreyi kaplayan korkunç lavlardan oluşmuş, taşlaşıp kalan fırtınalı bir denizi andıran bir kıyı gördüler. Hemen hemen yeşil tek bir şey bile yoktu; iskelete benzeyen zayıf çalılar adeta yıldırımla kavrulmuş gibiydiler ve ufalanmış kayalar üzerinde tembel tembel kertenkeleler yürüyordu..."
Kaptan Fitzroy'un yorumu "Cehenneme yaraşır bir kıyı" olmuş. Cehennem buraya benziyorsa, bütün sevaplarımı değişmeye hazırım. İlk görüşte değil ama, dönüş yolunda böyle düşünüyordum.



BALTRA ADASI


Galapagos'ta uçakların inebildiği iki adadan birisi olan Baltra'ya, "Seymour" hava limanına indik. Diğeri "San Cristobal" adasıymış. Yakından bakınca da havada gördüğümden farklı değil. Etraf inşaat sahası gibi. Demek ki bu adayı feda etmişler diye düşündüm. Doğruymuş. İkinci dünya savaşında Amerikan askerleri Panama Kanalını koruma bahanesiyle burayı işgal edip epeyce kalmışlar.. Şimdi de Ekvador askerlerinin kontrolündeymiş. Adanın bu çoraklığına şaşmamalı.


Etrafta kaynana dilleri ve gayet seyrek, ufak ağaççıklardan oluşan zayıf bir bitki örtüsü var. Ortalıkta çalılar uçuşuyor. Oldukça kurak olmalı. Etraftaki en güzel şey bizim uçağın kuyruğu. Altta sarı bir iguana, ortada "AeroGal" yazısı, uçak firmasının adı oluyor, e harfinin sırtında ufak bir deniz iguanası, mavi bir zemin, mavilik üst kısımda göğe dönüşürken, maviler de "korsan" kuşlarına dönüşüyor, kuşlar yükselip kanadın sivri ucundan çıkıyor, gökyüzünde kayboluyor... 


Uçaktan terminale yürüyerek gittik. Yola dökülen beton henüz taze. herkes şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor. Demek ki yalnız değilim. Yalnızlığım, Gönül'ün hırkasını uçakta unutmasından. Bir telaşla uçağa geri döndü. Neyse ki burası otobüs terminali gibi çalışıyor. Biri gitti getirdi. Terminale ilkel değil, basit diyeceğim. Bununla beraber, yer döşemesinin renklerini ve pasaport kontrolüne giden yoldaki güvenlik şeridini çok sevdim. Yolcuları hizaya sokmak için kullanılan şeritleri tutan çubukların üst kapağındaki kaplumbağa logosunu kast ediyorum. 


Terminal önünde bekleyen döküntü bir otobüse bindik, iskeleye doğru yola çıktık. Baltra adasında iki tane iskele var. Birisi gezi teknelerinin yanaştığı iskele, diğeri bizim gibi normal vatandaşları Santa Cruz'a geçirecek teknelerin yanaştığı iskele. Bu ikincisi adalar arasındaki dar boğazda bulunuyor. Uçaktan gördüklerimi anlatırken bahsettiğim dar boğaz. Hüviyetinde "Itabaca" yazıyor. Motorlu taşıtlar, turistler ve halk bu iskeleyi kullanıyor. Karşıya geçiş en fazla on dakika sürüyor...


Otobüste merakla etrafıma bakıyorum. Görüş gününe çıkmış gibiyim.  Kimler gelmiş? Bu hangi millet? Camdan bakıyorum; şu kaktüs amma uzun, amma çalı çırpı gibi... Bakarken, hayatımda ilk defa bir iguana gördüm. Biz gölge ararken o güneşin tadını çıkarıyordu. Sessiz bir "İguana" çığlığı ile bu anı kutsadım. Sadece bir tane mi gördün? diye sorabilirsiniz. Evet bir tane! Öbürleri nerede diye bir soru daha gelebilir diyerek, bilenlere sordum, öğrendim...


Bir varmış, bir yokmuş...

1940'larda Baltra adasında, doğal olarak, epeyce kara Iguanası varmış. Doğa kendi dengesini kurmuş, yaşayıp gidiyorlarmış. Bilim insanları bu durumdan rahatsız olmuş, denge gerekiyorsa onu da biz yaparız (!) demişler. 70 iguanayı buradan alıp, adanın hemen kuzeyindeki Kuzey Seymour adasına taşımışlar. Zaten Baltra'nın diğer adı da Güney Seymour'muş. Güney kuzey fark etmez, iguanalar da bunu bilir diye düşünmüş olmalılar. İster gönül yarası deyin, ister ölüm orucu, bir süre sonra adanın yerli iguanaları birer birer ölmeye başlamış. Seneler geçmiş, sayıları giderek azalmış. Neredeyse yok olacaklarmış. Geri kalan iguanalar seksenli yıllarda Santa Cruz'daki araştırma merkezine getirilmiş. Buranın özelliği affedersiniz mahrem işler için aile odalarının bulunmasıymış. Kader mahkumu iguanalar görüş gününde kendilerine ayrılan plastik çiçekli pembe odalarda vazifelerini deruhte etmişler. Bilim insanları sevinçle el çırpıp iguanaları yeniden Baltra'ya salmışlar. Yapılan genetik çalışmalarda, burada doğan yavruların gen diziliminde "insana rağmen" anlamına gelen yeni bir koda rastlanmış.


1997'de Baltra'da 13 tanesi orada doğan, 97 iguana sayılmış. Bilim insanlarından sadece birisi, memleketine dönerken ağzındaki kötü tadı fark edip, biz bu boku neden yedik diye kendine sormuş... Cevabı kimse duymamış...

Adalarda 1832 yılına kadar hiç yerleşim yokmuş. Dolayısıyla yerli halkı da yok. Ekvador ilhak ettikten sonra kendi nüfusu oluşmuş. Önceleri mahkumların sürgün yeri olmuş. Floreana adası açık ceza evi gibi kullanılmış. Esas yerleşim 20nci yüzyılda başlamış. Şimdi 5 adada 25000 kadar insan yaşıyormuş. Bunlar Ekvador mestizoları oluyor. 

Turistler her istediği adaya gidemiyor. Bu iyi olmuş. Darwin gözlemlerini Chatham, Charles, Albemarle ve James adalarında yapmış. Onlara gidilmiyor. Turistlerin ilgisini çeken adalar, daha doğrusu rehberlerin yönlendirdiği adalar; uçaktan bakınca deniz atına benzeyen Isabela adası, Santa Cruz, Plaza ve Kuzey Seymour adaları. Isabela volkanlarıyla ünlü. Santa Cruz en kalabalık ada...

Biz Santa Cruz'da kalacağız. İspanyolca kutsal haç anlamına geliyor.  İngilizcesi "Yenilmez". Bu ismi İngilizlerin savaş kahramanı "HMS Indefatigable" yelkenlisinden almış. Tekne düşmana değil ama zamana yenilmiş. Zamana yenilmek kaderse, adaların da zamanla ilgili böyle bir sorunu var. Her sene anakaraya doğru 2 cm kadar kayıyorlarmış. Basit bir hesapla yaklaşık 50 milyon kadar yıl sonra kıt'anın altına girip kaybolacaklar. Adaları görmek isteyenlere duyurulur. Ellerini çabuk tutsunlar...




SANTA CRUZ 


Itabaca boğazının Santa Cruz kıyısındaki iskelede bir süre oturmak zorunda kaldık. Rehberin bir şeyi otobüste kalmış. Bir motorla geri dönüp aldı geldi. Bu arada yerel rehberle konuştum. Baltra adasındaki bitkileri sordum. Benim kaynana dili dediğime İngilizce "prickly pears" dedi. Türkçesi dikenli armut oluyor. Daha Türkçesi dikenli incir, eşek inciri, hint inciri veya frenk inciri, hangisini tercih ederseniz. Ağaççıklar (!) ise orijinal ismiyle "Palo Santo", İngilizcesi "Holy Wood", Türkçesi kutsal ağaç, en Türkçesi "Peygamber Ağacı"... Ağaca burun kıvırıp ağaççık filan derken çarpılacakmışım, haberim yok! Tövbe estağfurullah...


Ayrıca bu ağaç ismi ile müsemma bir nebatmış! Ağacın tahtası bira veya şarapların bekletildiği fıçıların yapımında kullanılıyormuş. İnkalar ağaçtan elde edilen yağla ruhları temizlermiş. Ense köküne ve omurga üzerine sürülünce gevşetip rahatlatıyormuş. Bir çeşit aroma terapi! Şamanlar kabuğunu ince ince keserek tütsü yapıyor, duman ritüele katılanların enerjisini yükseltiyor, evlerdeki kötü enerjiyi ve kötü ruhları yok ediyor, şans getiriyormuş. Kulağa tutulursa orta kulak iltihabına, solunursa nefes darlığına, sürülürse romatizmalara iyi geliyor. Daha ne olsun?



İskele

Bekleme süreci pek sıkıcı geçmedi. Yeni gördüğü her şeyi ağzına götüren bebekler kadar meraklıydım. Biraz dolaştım. Daha adaya yanaşmadan kıyının siyah renkli volkanik yapısı ve boyunca uzanan yeşil Mangrov örtüsü dikkatimi çekmişti. Yakından bakınca, bitkilerin açıkta soluyan köklerinin arasında, lav kayaları üzerinde dolaşan onlarca küçük kırmızı yengeç fark ettim. Benim fark ettiğim şeyi, Darwin etmez mi? Tabii ki etmiş. İncelediği türler arasında bu yengeçler de varmış. Latincesi, İspanyolcası bir yana, bu yengeçlere verilen isimler arasında bir tanesini çok sevdim. "Sally Lightfoot". Hızlı ve seri adımlarla dolaşan gibi bir anlama geliyor. Fakat ismini araştırırken rastladığım bir şey daha var ki, en az yengeç kadar ilgimi çekti.



Panama gezisini yazarken sırası gelmiş, John Steinbeck'in ilk romanından bahsetmiştim. Ne tesadüf ki Steinbeck, Galapagos konusunda da karşıma çıktı. Steinbeck'in Galapagos'a gittiği gibi bir şey söylemek istemiyorum. Buradaki ortak noktamız kırmızı kaya yengeçleri. Anlatayım; Steinbeck, 1940 yılında bir arkadaşıyla birlikte Kaliforniya körfezinde seyahate çıkıyor. Kıyıda bu yengeçlerle karşılaşıyor. Bu karşılaşma bir sürpriz değil. Çünkü "Sally lightfoot" Amerika'nın tüm batı kıyısında görülebiliyor. Sürpriz olan, Steinbeck'in "The log in the Sea of Cortez" başlıklı romanında bu yengeçlerden uzun uzun bahsetmesi. Bu rastlantıyı not defterime aktararak "unutmak istemediğim şeyler" arasına katmak istedim. Seyir defterini açtım ve bir paragrafını seçtim. Söz Steinbeck'te:


 "These little crabs, with brilliant cloisonné carapaces, walk on their tiptoes, They have remarkable eyes and an extremely fast reaction time. In spite of the fact that they swarm on the rocks at the Cape [San Lucas], and to a less degree inside the Gulf [of California], they are exceedingly hard to catch. They seem to be able to run in any of four directions; but more than this, perhaps because of their rapid reaction time, they appear to read the mind of their hunter. They escape the long-handled net, anticipating from what direction it is coming. If you walk slowly, they move slowly ahead of you in droves. If you hurry, they hurry. When you plunge at them, they seem to disappear in a puff of blue smoke—at any rate, they disappear. It is impossible to creep up on them. They are very beautiful, with clear brilliant colors, red and blues and warm browns..."


Onun kadar güzel anlatamayacağım için tercüme etmeyeceğim. Reaksiyon zamanlarının ne kadar hızlı olduğunu, çok güç yakalandıklarını ve ne kadar güzel olduklarını yazmış. Adeta avcısının zihnini okuyor diye anlatıyor. Bu yengeçleri bir daha unutmayacağıma eminim. Unutmayacağım başka bir şeyi de daha sonra bizi Plaza adasında dolaştıran rehberden öğrendim. Bir ara durdu, yerden ölü bir yengecin kuru kabuğunu aldı, evirdi çevirdi, yarısını kırdı attı, geri kalanını bize gösterdi. Hayvanın karnının alt, arka kısmı. "Bunlar..." dedi, "yengecin penisleri... iki tane!" Gerçekten de kabuğun alt kısmında iki tane şey, yan yana duruyor. "Hayvanlar kabuklu olduğu için doğa onlara böyle bir kolaylık sağlamış" diye açıkladı. Ben karşı tarafın durumunu merak ettim. Embriyolojik gelişimini düşününce, vajinanın da iki tane olması kuvvetle muhtemel. "Dişinin de iki tane mi vajinası var?" diye sordum. Güldü. Hiç aklına gelmemiş. Her kes güldü, ama ben son derece ciddiyim ve hala merak etmekteyim. 

Yengeçleri kendi özel hayatlarıyla baş başa bırakıp, tekrar iskeleye dönüyorum.



İskele huzurlu, acelesiz, fakat çalışkan ritmiyle muhtemelen her zamankinden farksız bir gün yaşıyordu. Boğazın karşı kıyısından tekneler gelip gidiyor, yandaki rampada bir kamyon, ancak iki araç alabilecek boydaki feribota geçmeyi bekliyordu. Onun hemen yanında ufak bir balıkçı teknesi vardı. İki genç adam kol boyu orkinosları tekneden alıp kamyonetlerinin kasasına istifliyordu. Etraftaki en cazip olay bu olmalı ki, yerde pelikan ve martılar, gökte korsan kuşları, denizde köpek balıkları, hepimiz orkinosların çevresinde dönüyorduk. Bugün belgeseller dışında köpek balığı ve korsan kuşu gördüğüm ilk gündü. Pelikanlar bizim daha önce gördüklerimizden farklı değildi. Farklı olan ağızlarını her açışlarında keselerine bir "frigate" kuşunun dalması ve ne bulursa kapıp kaçmasıydı. Bunlara boşuna "korsan kuş" dememişler!



Korsan kuşları

Laf korsan kuşlara geldiğine göre, onları biraz daha tanıyalım. Bu kuşların bir adı daha var; "Man O'War"! Korsan iyiydi, kuşlar hızlıydı, alıcı kuşlar gibi dolaşırdı, ama savaş kokan bu ismi sevmedim. Bir de pelikanlarla sıkı fıkı olmalarından dolayı "pelikan korsanı" da deniyor. Bu yakışır! Kleptoparasitik diye havalı bir fizyolojik tanım yapmışlar. Fakat sadece korsanlıkla beslenmiyorlar. Arada zahmete girip kendi avlandıkları da oluyor. Kaplumbağa yavruları, ufak iguanalar gibi. Aslında bu tarz beslenmeye biraz da mecburlar. çünkü deniz kuşu ailesinden oldukları halde, suya girince tekrar havalanamıyorlar. Yürüyemiyorlar ve yüzemiyorlar...


Tipik özellikleri erkeklerin boyunlarındaki keseyi şişirerek dişilerine kur yapmaları. Gagalarının alt kısmından başlayan kese şişince kıpkırmızı bir balon gibi gözüküyor. Ben hemen her balıkçıda, her pelikanın çevresinde ve her teknenin üstünde bu kuşlardan gördüğüm halde, bu hallerini hiç görmedim. Söylediklerine göre kur mevsimini kaçırmışız. Mart veya nisan ayında gelmek lazımmış. Dişi kuş evlenme teklifini kabul ederse tek eşli mutlu bir yuvaları, ufacık sevimli korsan bebeleri oluyor. Tek bir bebek. Her seferinde sadece tek bir yavruları oluyor ve onun üzerine titriyorlar. Zor bir durum. Bilenler onun için üç tane öneriyorlar.

Bakım işini ilk 3 ay erkek ve dişi nöbetleşe paylaşıyor, sonra dişi kuş yavrusunu bir sekiz ay daha tek başına besliyormuş. Bebeklerine en uzun süre bakan kuşlar bunlarmış. Onun için yeniden çiftleşmek akıllarına bile gelmiyor. Perhiz süresi bazen bir seneyi geçiyormuş. Eh, erkeklerin yutaklarının kan çanağına dönmesi bundandır! 

İstanbul'un adalarında martılar neyse, Galapagos'un korsanları da o! Başınızı her kaldırdığınızda gökte bir korsan görmeniz mümkün. En önemli farkları bunların simit tadını bilmemeleri. Korsan kuşlarını Panama'da, Ekvator kıyılarında da görmüştüm. Meksika'da da varmış. Ama Galapagos'a özel tipi "Magnificent Frigatebirds" yani Muhteşem Korsan Kuşları... Adalarda bunlardan 2000 kadar kalmış ve Uluslararası Doğa Koruma birliği (IUCN), eşsiz genetik özellikleri olan bu kuşları az ucundan endişe duyulacaklar grubuna sokmuş. Bundan kimin haberi var, ne yapıyorlar bilmiyorum. Şimdilik durum böyle. İleride ne olur bilinmez...

Otelin servis minibüsü geldi, hareket ettik. Şoförümüzün adı "Friday", yani Cuma!




"Royal Palm" Oteli

Adanın tüm boyu 35 km. En yüksek yeri 855 metre. En güneyde tüm adaların en büyük şehri Puerto Ayora var. Bizim otelimiz güneye ve en yüksek noktaya yakın bir yerde...

Kıyıdan ayrıldıktan sonra yol yavaş yavaş irtifa kazandı. Mangrov örtüsü çabuk bitti. Tek tük kaktüs, tek tek ağaçlar derken, yükseldikçe ağaçlar sıklaştı. Yarım saat kadar sonra çiftlik kapısı gibi bir yere geldik, Cuma kulübede oturan güvenliğe bir selam çaktı, içeri girdik. Artık otel sahasındayız. Daracık toprak yolda, çalılar arasından bir on dakika daha gittik, biraz daha yükseldik, otele geldik.

Tek kelimeyle muhteşem!

Milli park sahasında, nasıl ayarlamışlarsa, 150 hektarlık alan otelin özel mülkiyetiymiş. God save the Quenn! İşletmesini özel izinle İngilizler üstlenmiş. Koca arazinin en yüksek noktasında resepsiyon binası, kütüphane, restoran, iki tenis sahası, şık bir havuz ve casitas denen 8 tane bitişik ev var. Üçü daha büyük, 13 villa merkezin çevresine serpiştirilmiş. Birisinden diğeri gözükmüyor. Dağ başında yalnız yaşıyor gibisiniz. 



Otelde yiyecek sorunu yok, yemekler birinci sınıf. Fakat su sorunu var. Sularını sarnıç usulü sağlıyorlar. Otelin yüksekte olması, yüksek nem ve mevsimlik de olsa bol yağış işlerini biraz kolaylaştırıyor. Şimdi genel olan depolarını ileride her ev için ayırmayı, böylece depolama alanını artırmayı planlıyorlar. Her villaya ve eve Galapagos tarihinde yer edinen kaptanların ve araştırmacıların adları verilmiş. James Colnet, James Cook'un subaylarından birisiymiş. Aslında kürk tüccarı sayılır. O zamanlarda bu işler böyle yürüyormuş. Biz işte bu beyin villasında kaldık. Villanın geceliği 855 USD, KDV ve servis hariç...

Adalardaki en büyük lava tüneli, dev kaplumbağaların yaşadığı alanların çoğu da otel arazisinde bulunuyor. Baykuşlar, Darwin'in ispinozları, ne ararsanız burada mevcut. Villalardan , pardon, villamızdan bakınca denize kadar adanın neredeyse çoğunu görmek mümkün. Ben hayatımda bu kadar lüks bir otel görmemiştim. Otel demek doğru mu bilmiyorum. Ama sonuçta onlar da kendilerine otel diyorlar. Neyse abartmadan bitireyim. Meraklısı gitsin görsün...

Otelin tek bir mahzuru var. Sabah kalktığınızda hava bulutlu ve serin diye düşünüyor, üzerinize kalın bir şeyler giyerek yola çıkıyorsunuz. Otel sahasının dışına çıkınca hava açıyor ve ısınıyor. Taşıdığınız ağırlığa pişman oluyorsunuz. Bunun nedenini iki gün sonra anladık. Aşağıdan bakınca otelin bulunduğu tepeye her akşam bir bulutun oturduğunu ve öğlene kadar oradan ayrılmadığını gördük. Manzara çok güzel demiştim ya, otelin en sadık müşterisi bulutlarmış!


Galapagos kahvesi 

Otelde biraz soluklandık, kameralarımızı aldık, şapkaları taktık ve yola çıktık. Adalarda dört gün geçireceğiz, fakat görülecek o kadar çok şey var ki!


İlk durağımız "Rancho Primicias". Dev kaplumbağaların doğal yaşam alanı. Girişte ufak bir dükkan var. Önünde bir kaç masa. Galapagos kahvesi deneyip satın alabiliyorsunuz. Meşhurdur dediler, organiktir dediler, aldık. Kahve buraların orijinal bitkisi değil. Ethiopia kökenli. San Cristobal adasının bir kısmı kahve ekimine ayrılmış ve sınırlı bir üretime izin verilmiş. 

Rehberimiz Galapagos doğumlu bir genç kız. Bunu duyunca ilk önce kısa bir şaşkınlık yaşadım. Sanki Galapagos'ta doğulamazmış gibi. Neden olmasın? Sonra daha şaşkın bir soru daha sordum; Adada vakit nasıl geçiyor? Ufacık ada, sıkılmıyor musunuz filan gibi... Neyse ki kız terbiyeli, doğru dürüst cevap verdi. Burayı seviyorum derken gözleri parlıyordu.


Tüm rehberler bir yandan araştırma istasyonunda çalışıyor, bir yandan turistleri gezdiriyorlar. Kimliklerinde "doğa bilimci" yazıyor. Bunu adaları korumanın bir parçası olarak gördüklerini söylüyorlar. Tur sırasında devamlı alarm halindeler. Şunu yapmayın, şöyle yapın, şuradan yürüyün, yaklaşmayın gibi ciddi uyarılarda bulunuyorlar. Bir ara Gönül yerdeki bir lav kayasından ufak bir parça almıştı. Rehber ona bile itiraz etti. 10000 dolar cezası var dedi. Gönül de endişeyle yerine bıraktı. Ben ancak ceviz kadar iki parça kaçırabildim!


Dev kaplumbağalar


Dev kaplumbağaları daha önce televizyonda görmüştüm. Fakat yan yana durmak, ot yiyişlerini, yürümelerini izlemek, suyun içinde malaklar gibi yatarken görmek bambaşka... İki, üç yüz kiloluk erkekler ve daha küçük dişiler. Küçük dediğim en az yüz-yüz elli kiloluk devler... Rehberimiz dev kaplumbağaların 13 adadaki toplam sayısının 200 kadar olduğunu söyledi. Doğabilimci olduğuna göre doğru saymıştır. Ben hep eksik saydığını, bazılarının bir yerlere saklandığını umut ettim.


Peki nasıl olmuşta bu kadar büyümüşler? Bir teoriye göre bunların ataları ana karadan buraya kadar yüzmüşler. Cüsseleri büyük olanlarda yağ ve su depoları yüksek ve ayrıca yüzey/volüm oranı küçük olduğundan osmotik su kaybı aynı oranda düşük oluyormuş. Buna benzer bir fiziki özelliği kuzeyin dev mamutları için de okumuştum. Böylece uç noktalardaki ısıyı daha iyi tolere edebiliyorlarmış. Adaların zor yaşam koşullarına ve nispeten kuru iklimine de böyle adapte olmuşlar. Ayrıca uzun boyunları okyanus yüzeyinde nefes almalarını kolaylaştırmış. Bu hipotezi destekleyen bulguların en önemlisi Güney Amerika'da bulunan dev kaplumbağa fosilleriymiş... 

Bana biraz sakat bir hipotez gibi geldi. Bazı bilim insanları böyledir. Kendileri söyler, kendileri inanır, sonra kendilerini doğrulayacak delil veya adam ararlar. Darwin'in farkı düşüncelerini deneylerle desteklemesi. Örneğin kertenkele yumurtası hakkında bir biyolog arkadaşına yazmış;
"...Amacım bu yumurtaların deniz suyu üzerinde yüzüp yüzmeyeceğini, mahzenimde bir ya da iki ay tuzlu suda yüzdükten sonra canlı kalıp kalmayacaklarını görmek" 
Gerçi sonradan yumurtaların döl yatağı içinde olgunlaştığını hatırlamış, ama önemli olan yöntem. Deneysel yöntem ve objektif gözlem. Benim de üzerinde durduğum bu. Arada eksik bir halka var. Fosiller iyi de, oradan neden kaçtıklarını, neden kendilerini denize attıklarını anlamadım. Yüzme hikayesine aklım pek yatmadı. Sonuçta bunlar kara kaplumbağası. Benim hipotezim şu: Bu göçün arkasında başka bir "Kon-Tiki" olayı olmasın? Adada bulunan İnka çanak çömleklerini, Thor Heyendahl'in Kon-Tiki hikayesiyle birleştirince böyle bir sonuca vardım. Şimdi deneyi planlamam lazım!

Tekrar konumuza dönelim. Gene konumuzun içindeyiz de, Santa Cruz'a, turumuza dönelim.

Bağaların İspanyollar tarafından eski eyerlere benzetildiğini yukarılarda bir yerlerde yazmıştım. Bağalarının önü kalkık olan hayvanların boyları nispeten ufak, fakat boyunları daha uzun. Genellikle daha düz ve kuru olan adalarda yaşıyor, yüksek çalıları yiyerek besleniyorlar. Bağaların şekli boyunlarının yukarılara rahatça uzanmasını sağlıyor. Bizim Santa Cruz'da gördüklerimizin derdi yerdeki otlardı. Dolayısıyla bağaların ön kısımlarında öyle bir şekil değişikliği yoktu. Rakımı ve nem oranı yüksek olan adalarda yaşayanların cüsseleri daha büyük, boyunları daha kısa ve kabukları daha kubbeli oluyormuş. Santa Cruz kaplumbağaları bu tarife uyuyor. Uyum dediğin bu kadar olur...

Ada yerlileri bir bakışta kaplumbağaların hangi adadan olduklarını anlayabiliyorlarmış. Darwin'i evrime giden yolda uyandıran da yerli halkın gözlemleri olmuş. Notlarında şöyle açıklamış:
"The inhabitants, as I have said, state that they can distinguish the tortoises from the different islands; and that they differ not only in size, but in other characters."
Ayrıca kaplumbağalar hakkında yeni şeyler öğrendim. Bizzat yaşayarak. İlki, çıkardıkları ses. Bir tehlike sezince bağalarının içine saklanıyorlar. Bu herkesçe malum. Malum olmayan şey, bu sırada pufff diye, kuvvetli bir üfleme sesi çıkması. Sesi ilk duyduğumda anlamadım. Yelleniyor mu kerata dedim. Değilmiş. Ses bağasından geliyormuş. Vücudu bağanın içine çekilirken, içerideki hava sıkışıp dışarı çıkıyor. Hayvan ne kadar büyükse, ve ne kadar hızla bağasına çekilirse, ses de o kadar yüksek oluyor. Öğrendiğim ikinci şey, hayvanın bağasının sırt omurlarına ve kaburgalarına yapışık olduğu. Ölülerin sandık büyüklüğündeki bağalarını temizleyip bir yerde sergilemişler. Orada gördüm. Buranın ritüeli bağanın içine girip fotoğraf çektirmek. Bilumum iskelet sorunları dolayısıyla üstüne oturmakla yetindim.

Sırası gelmişken, bonus olarak bir de tıbbi bilgi vereyim. Anatomi bilgisi. Kalbi besleyen koroner damarları, kalpten çıkan ve aort denen en büyük damarın hemen dibinden, sinüs denen kısımdan çıkıyor. Sinüsün dibinden veya bitimine yakın kısmından çıkması hayvanın hacmi ve kalp hızına göre değişiyor. Uzun ömürlü ve ağırkanlı, kalbi yavaş atan kaplumbağa ve fil gibi hayvanlarda koroner arter ağızları sinüsün dip tarafında oluyor. Kalbi hızlı atan fare gibi hayvanlarda sinüsün üst kısmından, insanlarda ise bu ikisi arası ortalama bir yerden çıkıyor. Koroner çıkım yerlerinin değişmesi hayvana, kan dolaşımı ve kalbin beslenmesi açısından, vücut hacmiyle ilgili bir uyum yeteneği sağlıyor. Tersi de doğru olabilir. Darwin'in kulakları çınlasın...

Rehberle devam ediyorum. Gördüğümüz hayvanların yaşlarını sorduk. Şöyle bakıp 50-60-100, göz kararı bir şeyler söylüyordu. Bu tahmin daha çok cüsseyle bağlantılı. Bağa üzerindeki halka sayısının yaşla ilgisi yokmuş. Hatta dişilerde bağanın halkaları giderek siliniyormuş. Bunun sebebi erkekler oluyor. Dişinin sırtında tutunabilmek için debelenirken kabukları ve tırnaklarıyla o kadar sürtünüyorlar ki, dişinin bağası dümdüz oluyor. Hatta biraz daha tecrübeli (!) dişilerde bağanın üstünde sadece boylamasına çizikler görülüyor. Laf buraya gelince nasıl ürediklerini sorduk. Pornografik değil, fizyolojik açıdan. Yağmurların arttığı Şubat ve haziran arası düğün mevsimiymiş. Fakat burada teknik bir zorluk ortaya çıkıyor. Çiftleşmek için ıslak tepeleri tercih eden dev yaratıklar, yumurtlamak için kumsala kadar gitmek zorundalar. Sahile kadar gitmesi bir dert, kumları eşeleyip yumurtaları gömmeleri bir başka dert. Bu işi kuru mevsimde, temmuz - kasım arasında yapıyorlar. Her bir yumurta bilardo topu büyüklüğünde. Yavrular 4-8 ay sonra çıkıyor. Onlar da 6 cm. Sonrası anlatılacak gibi değil. Ama anlatayım. Yuvalarından kumları kazarak çıkıyorlar ki bu birkaç haftalarını alıyor. Yumurtanın sarısı ilk 7-8 ayı geçirecek enerjiyi sağlıyor. Fakat çoğu bu şansı bulamıyor. Önemli kısmı kayaların yarıklarına düşüyor veya kafalarına kaya düşüp ölüyor. Galapagos şahinleri kalan sağlar bizimdir diye dolaşıyor. Domuzlar ve fareler, şahinlerden artanı bekliyor. Yavruların yarıya yakını tepelere çıkamadan telef oluyor.

Doğasavar bir canlı türü: İnsan

Buraya kadar anlattıklarım yüzyıllardır olup bitenlerden farksız. Korku hikayesi gibi, ama doğanın terazisi böyle çalışıyor. Adalarda üç-dört yüz yıl önce 250 bin kadar dev kaplumbağa yaşadığı tahmin ediliyor. Henüz av ve avcı dengesi şaşırmamış. Fakat sonra bir şeyler oluyor, sayıları azalmaya başlıyor. Yirminci yüzyılda sayıları üç binlere iniyor. Şahinlerin, domuzların ve farelerin ne kadar aç olsalar da yapamadığını, başka bir canlı başarıyor; insan! Dengeler sizlere ömür...

Adalara gelip giden gemilerin artması, uzun yolculuklar önemli bir sorunu da birlikte getiriyor; Beslenme! Yiyecekler sıcak denizlerde çabuk bozuluyorlar. Gemiciler bu sorunu kaplumbağa ile çözüyor. Darwin'in dönüş yolculuğunda, Beagle'da bile 30 tane kaplumbağa varmış! Zavallıları toplayıp gemiye yüklüyor, ambara indirip ters çeviriyorlar. Böylece hayvanlar hareket edemiyor, beslenmiyor, fakat aylarca yaşıyor. İhtiyaç oldukça aşçılar ambara iniyor, bir tanesini alıp kesiyorlar. Her zaman hazır, kolay tükenmeyen, devamlı taze et kaynağı! Bir anlamda derin dondurucuda et saklamak gibi. Farklı olan, bir anlamda daha iyisi, defroza ihtiyaç olmaması!

Bu kadarla bitmiyor. Tek kurban kaplumbağa soyu değil. Gelelim diğerlerine. Korsanlar ve diğer gemiciler bilerek veya bilmeyerek adaya buranın eko sisteminde bulunmayan bir takım canlılar taşımışlar. Fare, keçi, koyun, karınca, hamam böceği ve çeşitli parazitler gibi... Fareler çoğalınca peşlerine kedileri, keçiler artınca köpekleri salmışlar. Floreana'daki ilk yerleşim projesi çuvallayınca (yukarıda bahsettiğim mahkum meselesi) oradaki eşek, domuz, keçi, inek ve çiftlik hayvanları, ileride yerleşilir diye diğer adalara dağıtılmış. Sonuç tek kelimeyle felaket. Kara iguanaları Darwin zamanında ortalıkta cirit atarken, şimdi bazı adalarda tamamen yok olmuş. Domuzlar Isabela ve Santiago'da iguana bırakmamış. Fareler küçük yavruları yediği için Pinzon adasında kaplumbağa kalmamış. Şimdi laboratuvarda kaplumbağa üretmeye çalışıyorlar. 
Nietzsche; ilk günden beri aralarında öfkeli bir düşman gibi dolaştığı, sonunda da katlettiği bitkilere ve hayvanlara karşı duygusallaşan biri kadar mide bulandırıcı bir şey var mıdır? 
Bu yıkım ve yok oluş hikayesi beni yordu. Yalnız Corc'un hikayesini sonra anlatacağım....


Lav tüneli, ikiz çukurlar ve Scalesia ağaçları


Santa Cruz, son olarak bir buçuk milyon yıl önce patlamış bir volkandan geriye kalan bir ada. Bizim otelin yolu üzerinde bu volkandan akan sıcak magmanın açtığı bir lav tüneli var. Yaklaşık 2 kilometre uzunluğunda, yer yer 10 metre yüksekliğinde bir tünel. İçini seyrek de olsa elektrikle aydınlatmışlar. Ürkütücü bir yer. Ağzından aşağıya inip 100 metre kadar yürümüştük ki elektrik kesildi. Tünelin ağzından gelen ışığa doğru tornistan edip dışarı çıktık. Bu kadar yeter deyip ayrıldık. Zaten hava da kararmak üzereydi...

Tünelden çıkıp, arabaya bindik, az gittik, indik, İkiz Çukurlar denen (Twin Pit Craters - Los Gemelos) kraterlere geldik. Burası gerçek bir krater değil. Daha önce var olan magma odacıkları, çatlaklar ve alttaki lav tüneli yoluyla akmış gitmiş. Zamanla zeminin altı boşalmış ve arazi çökmüş. Volkanik arazilerde görülen bir doğa olayı. Geldiğimiz yolun iki tarafında iki büyük çukur vardı. İkizlikleri buradan geliyor. Küçük olanın etrafında 723 metrelik yürüyüş parkuru var. Derinlikleri 300-400 metre kadar ve içleri tamamen bitkilerle kaplı. Aşağıya inilmiyor. 

Buradaki volkanik yapı, oldukça yüzeyel magma hareketleri vesaire toprağın biyolojik dengesini etkilemiş ve bu bölgeye özel, endemik bir ağaç türünün ortaya çıkmasına yol açmış; Scalesia, papatya ağaçları - "Daisy Trees"... 

Adalarda en sık kullanılan kelime; Endemik! Zaten adalarda gördüğünüz çoğu şey, hayvanlar, kuşlar, bitkiler, buraya özgü, endemik. Ana karadan 1000 kilometre uzakta, sadece buraya ait. Hatta adaların her birine özel olan türler de var. Galapagosu özel yapan da bu. Burada, adalarda ben de kendimi özel hissettim.  Onlarla aynı havayı soluduğum, aynı suda yıkandığım, aynı suyu içtiğim için...

Bu ağaçlara "Bitki dünyasının Darwin ispinozları" deniyor. Doğaya uyumları açısından Darwin ispinozlarına benzetiliyorlarmış. Aynı yerde aynı yaşta ağaçlar oluyor, yaklaşık 15 yılda hep beraber olgunlaşıyor, tohumlarını bırakıyor ve bir nedenle, hepsi hemen hemen aynı zamanda ölüyorlarmış. Bu neden, kuraklık veya aşırı yağmur olabiliyor. Düşen tohumlar aynı yerde yeniden büyüyor ve o zamanki şartlara adapte oluyorlar. Kayda geçen toplu kollaps olaylarından birisi 1935 - 40 yılları arasında olmuş. Sebebi bilinmiyor. Tohumlardan tekrar büyümüşler. Meşhur El Nino olayı sırasında, 1982-83'te tekrar yerle bir olmuşlar. Şimdi tekrar ayaktalar ve muhteşemler...

On dört kadar türü var. En tanınmış ve en yaygınları Scalesia Pedunculata denen türü. İkiz çukurların etrafında dolaşırken etrafımızdaki ağaçların gövdeleri dikkatimi çekmişti. Üstleri kürkle kaplı gibiydi. Rehber, işte bunlar onlar dedi...

Scalesia Pedunculata adanın ekosisteminde önemli bir yer tutuyor. 400 metreden daha yüksek yerlerde yaşıyor. Boyları 15-20 metre kadar. Aşağıdan bakınca yapraklarının gökyüzünü oya gibi işlediğini görüyorsunuz. Gövdeleri ve dalları otsu bir örtüyle kaplı. Yağmur sularını bu örtü içinde toplayarak, aralarında diğer bazı bitkilerin yetişmesi için de uygun ortamı sağlıyorlar. Bir ağacın gövdesinden çıkan orkide görmek muhteşem bir şey. Ayrıca bromelia denen bir cins ipek bitkisiyapraklı kara yosunları ve likenleri de görmek mümkün. Yaprakların arasında Darwin Sinekkapan kuşlarını ve Darwin ispinozlarını da...



GÜNEY "PLAZA" ADASI

Günlerden pazar, 19 Mayıs. Bugün tekne turumuz var. Sabah erkenden kahvaltı ettik. Hava her zamanki gibi kapalı ve soğuktu. Ama dert etmedik. Bizim çiftliğin kapısından çıkar çıkmaz güneşi göreceğimizi öğrenmiştik. Bugün de her zamanki gibi oldu. Cuma bizi dış kapıya götürdü, güneş açtı, hava ısındı, servis minibüsü geldi, bindik, Itabaka boğazında bizi bekleyen teknemize gittik. Adanın doğusundaki küçük, küçücük Plaza adasına gideceğiz.


Boğazı geçince deniz sertleşti. Artık açık denizde, Pasifik Okyanusundayız. Bir saat kadar gittikten sonra tekrar bir boğaza girdik, deniz sakinleşti ve Plaza adasına geldik. Bunlar da güneyli kuzeyli, bir sandviçin iki yarısı gibi duran, ince uzun iki küçük ada. Biz güneydekini gezdik. Tüm alanı 0,13 kilometre kare ve en yüksek yeri ancak 23 metre olan minyatür bir kara parçası. Tekne açıkta durdu, ufak motoruyla karaya çıktık.


Adada bizden başka bir turist grubu daha vardı. Karadaki iskelede durup onların uzaklaşmasını bekledik. Bu birinci kural. Adanın asıl sahiplerini rahatsız etmemek lazım. Onun için ufak gruplar halinde dolaşılıyor. Bir grup en az 300 metre uzaklaşmadan diğer grup adaya ayak basmıyor. İkinci kural yüksek sesle konuşmamak, üçüncüsü hayvanlara yiyecek vermemek, dördüncüsü fazla yaklaşmamak. Buna dikkat çekmek için yere ufak kazıklar çakmışlar. Bu kazıklar bizim yürüyeceğimiz parkuru işaretliyor. Böyle uzayıp giden kurallar dizini var.  Kural demektense gezmenin de bir terbiyesi var demek daha doğru olur. Onların evine giriyoruz ve orada istenmediğimizi biliyoruz. Hiç olmazsa huzurlarını bozmayalım. 


Ufacık adada dört dörtlük bir vahşi yaşam hüküm sürmekte. Kıyıya yakın yerlerde deniz aslanları, her tarafta koskoca kara iguanaları, kayaların üzerinde deniz iguanaları, kırmızı kaya yengeçleri, her yerde kaynana dilleri, yerde gökte çeşit çeşit deniz kuşları, kırlangıçlar... Tek ağacı ve su kaynağı olmayan, fakat müthiş bir faunayı barındıran büyüleyici bir ada!

Adaya daha ayak basmadan genel görünüşü ve renklerinden etkilendim. Birinci tekil şahıs kullanıyorum, çünkü diğerlerinin ne hissettiğini bilmiyorum. Bazılarına boş ve anlamsız bir yer olarak da gözükmüş olabilir. Ama en azından ben ve Gönül mutluyuz. Adanın küçük olması da işimize geldi. Doğadaki her şeyi konsantre, kişisel olanları da kararında yaşadık. Kişisel dediklerim diz ağrıları, kalça sorunları filan...


Renklere dönelim. 

Adayı halı gibi kaplayan ve dolayısıyla harika rengini veren bitki veya ot; Sesuvium, nam-ı diğer "Galapagos Carpet Weed" imiş. Bu otların rengi mevsimden mevsime değişiyormuş. yağmur mevsiminde koyu yeşil olan rengi, kuru mevsimde portakal rengine ve mora dönüşüyormuş... Mayıs ayındaki turuncu bize hoş bir sürpriz oldu. Belki de Galapagos'un yaş, ama bu adanın kuru mevsimidir! O kadar güzeldi ki, tam kuru mevsimde tekrar gelip morunu da görmeye değer...


Her tarafta gördüğümüz, benim kaynana dili dediğim kaktüslerden burada da var. Fakat bunlar Galapagos dikenli armutları ve bu adalara özel (Opuntia echios). Bu türün 5 alt türünden birisi sadece burada, Baltra ve Santa Cruz'da bulunan tür. Pratik olarak iguanalar için bu türlerin aralarındaki lezzet farkı nedir bilmiyorum. Ama gördüğüm o ki; Plaza iguanaları Plaza kaktüslerinin meyvelerine bayılıyor. Dikenlerini kayalara sürterek temizliyor ve afiyetle yiyorlar.


Kuşlara gelelim. 

Burada bir tanesine özellikle değinmek istiyorum. Gri tüylü, siyah kafalı ve beyaz kuyruklu, gagasının üst kısmında beyaz lekesi olan bu güzel kuşu otların arkasında gizlenmiş dururken gördük. Kanatlarının ucunda da siyah tüyler var. Ağzı açık, uzun kırmızı dilini sarkıtmış, hareketsiz duruyordu. Ağzının neden devamlı açık olduğunu anlamadım. Kocaman gözleri ve gözlerinin etrafında parlak kırmızı renkli bir halkası vardı. Biraz daha dikkatli bakınca altında küçük bir yavrusu olduğunu gördüm. Tek bir yavru. Annesi gibi ağzı açık, dili dışarıda, kara gözlü, soluk renkli bir bebek...


Kuyrukları ikili çatal dişi gibi olan bu martılara "Kırlangıç Kuyruklu Martı - Swallow-tailed Gull" deniyor. Zamanını okyanusta uçarak ve avlanarak geçiriyor. Üreme için mevsim değil yer seçiyor. Fakat önce 5 yaşına gelmesi lazım. Favorisi suların daha ılık olduğu doğu adalarının kayalık yamaçları. Her seferinde tek yumurta yumurtluyor. Özelliği dünyada gece avlanan tek ve biricik deniz kuşu olması. Geceleri okyanusta dolanıp, planktonlarla beslenmek için yüzeye çıkan kalamarları ve küçük balıkları avlıyor.

Bir kuşun gece avlanabilmesi için öncelikle gece uyumaması ve karanlıkta bile iyi görmesi gerekiyor. Kırlangıç kuyruklu martılar bu iki özelliğe de sahip. Öncelikle melatoninin gece-gündüz ritmi bunlarda yok. Normal martılarda melatonin seviyesi geceleri yükseliyor (Geceleri bile susmayan bizim ada martıları için bu teori pek geçerli olmasa gerek. Simitlerine melatonin eklemeli). İkincisi, gözlerinin arka kısmındaki bir bant ışığı retinaya doğru aksettiriyor ve böylece gece görme yetisini artırıyor (muş).


Yürümeye devam ediyoruz. Ayı balıkları grup halinde suya atlıyor, dalıp çıkıyorlar. Birisi kayaların üstüne çıkmış, kafası havada komutan edasıyla poz veriyor. Yavrusunu besleyen bir ayı balığının yanından geçtik. Bunlar Galapagos ayı balıkları. Normalde bir senede memeden kesiliyorlar, ama bu yavru neredeyse anası kadar. Anası kaçıyor, o kovalıyor. Anası kadar, ama anası gitse ölecek. Yalancı meme de yok! Ne yapsın, buldu mu emecek. Bulamazsa ölecek. Kayaların arasında ölü bir ayı balığı gördük. Ölü ve yarım bir ayı balığı. Kırmızı yengeçler yarısını bitirmiş. İlerde ölü ve kurumuş bir yavru daha. Anasını köpek balığı yemiş olabilir diyor rehber. 


Adanın güneyi ve batı tarafı daha yüksek ve sarp. Bu dik yamaçlar kuşların en sevdiği kısımlar. Yuvalama yavrulama işleri genelde bu tarafta oluyor. Okyanus yamacı dip kısımlarını iyice oymuş ve oymaya devam ediyor. Aşağıda kırmızı gagalı tropik kuşlar, kırlangıç kuyruklular rüzgarın tadını çıkartıyor. İleride dalgaların arasında avuç kadar melek balıkları yüzüyor. Görüyoruz, çünkü toplu halde yüzeye çıkmışlar. Muhtemelen altlarında bir "predator" var. Kayaların üstünde bir deniz iguanası suya dalmak için dalgaların çekilmesini bekliyor. Dalgalar arasında başka bir ayı balığı gözüküyor, şimdi kayalara vurup parçalanacak derken, plaja çıkar gibi kayalara tırmanıyor. Nasıl çıkacak derken, o hantal vücuduyla 20-23 metrelik uçurumun tepesine çıkmış, diğerlerinin yanında yerini almış oluyor...

Uçurumun kenarından yürüyoruz. Gönül'ü önüme kattım. Dizlerini kontrol edemediğinde yalpası genişliyor. Uçuruma gidip geliyor. Elimle dürtüp orta yere çekiyorum. Biliyorum ki aklı kendinde değil. Doğaya kaptırmış! Bir çeşit oksijen zehirlenmesi. Bir tür sarhoşluk. Doğaya kapılmış yürüyoruz. Rüzgar, açık deniz ve kuşlar... Düşsek farkına varmayacağız. Kanat açıp uçacağız. O kadar yani!  

Dönüş yolu, yüzme faslı ve rehber


Doyumsuz bir yürüyüş sonrası tekneye döndük, hareket ettik. tekrar Itabaca boğazına geldik, açıkta durduk. Burada denize gireceğiz. Ben maskemi taktım, şnorkeli ağzıma aldım ve suya atladım. Paletimi takmadım. Teknenin etrafında dolanacağımızı düşündüm. Öyle değilmiş. Gönül dahil hepsi paletlerini taktı, kıyıya doğru gittiler. Ben yalnız takılayım dedim. Dipse dip, orada da aynı, burada da, dedim. Değilmiş. Benim için orijinal olan, bir palyaço balığı görmek oldu. Onlar için köpek balığı görmek olmuş. Meğerse oralarda bir yerde köpek balıklarının yuvası varmış. Rehber, Gönül dahil herkesi oraya götürmüş. Yuvanın ağzından bakınca içeride üç köpek balığı görmüşler. Bunlar zararsız tipler, ama olsun. Sonuçta köpek balığı...


Rehbere özel bir sayfa açmak lazım. Daha teknede giderken bizi esir aldı. Tam bir şovmen. Gördüğümüz, görmediğimiz tüm kuşların taklidini yaptı. Şöyle uçarlar, böyle ses çıkarırlar, böyle yürürler diyerek taklitlerini yaptı. Bu gezinin şanssızlığı meşhur "Mavi Ayaklı Booby" kuşlarını yakından görememek oldu. Sadece uzaktan, birkaç tanesini suya dalarken gördük. Rehber bubi olduklarını söyledi. Belki de teselli etmek için öyle söyledi, bilemem. Sonra da taklidini yaptı. Hele kız ayarlama ritüeli müthiş. "Sky-pointing" ve mavi ayağını kaldırıp göstermek bu ritüelin can alıcı kısımları. Görmüş kadar olduk (!). Şu anda bir bubi biblosu masamda beni seyrediyor; gerçeği, sadece gerçekleri yaz diyor...

Bubiler yaklaşık 80 cm boyunda, denize dalarak avlanan deniz kuşları. Amerika kıtasının batı kıyısında, Kaliforniya körfeziyle Peru arasında yaşıyorlar. Yani başka bir yerde de görmek mümkün. Yüksekten ok gibi suya dalıyor ve avlarını su altında izleyip yakalıyorlar. Yüzlerinde suyun çarpma etkisini azaltan deri altı yastıkları varmış. İsimlerini saflıklarından veya salaklıklarından almışlar. Gemi görünce küpeştesine konuyor, öylece saf saf duruyorlarmış. Gemiciler de bunları kolayca yakalayıp yiyor, sonra da aptal diyorlarmış. Bobo İspanyol argosunda aptal demekmiş.




PUERTO AYORA

Tekne gezisinin akşamı taksiyle Ayora liman şehrine gittim. Ayora eski Ekvator başkanlarından birisinin adı. Ayora'yı bir de ertesi sabah Darwin Araştırma merkezini ziyaret ettikten sonra gezdik ve yemek yedik. Şimdi ikisini birleştirip özetleyeyim.

Puerto Ayora, Santa Cruz adasının en güneyinde, adayı boylu boyunca geçen tek kara yolunun bitiminde, Akademi Körfezinin kıyısında, 12000 nüfusu, bankası, çarşısı, otelleri, alışveriş yerleri ile korunaklı, ufak bir kasaba. Kıyıya paralel iki tane büyük caddesi var. Kıyıya yakın olan ana yol "Charles Darwin" Caddesi. Bu yolun bir ucu aynı adlı araştırma merkezine çıkıyor, diğer ucu Tortuga körfezine gidiyor. kasabanın bütün atraksiyonu bu iki cadde arasında, ve özellikle Darwin caddesi üzerinde. Sahilde oturacak yerler sınırlı. Ufak iki parktan birisinde küçük esnaf ve sanatkarlar için satış tezgahları, diğerinde balıkçı tezgahları var.


Adada ve kasabada taze su bulmak başlı başına bir sorun. Halk bu sorunu kısmen tasarrufla, kısmen de yağmur suyu toplayarak karşılamaya çalışıyor. Adaya son zamanlarda bir deniz suyu arıtma tesisi yapılmış. Bu büyük ölçüde rahatlık sağlamış, ama halk yağmur suyu toplamaya devam ediyor. Bizim turist olarak yapmamız gereken tasarrufa yardımcı olmak ve bulduğu her suyu içmemek. Onun için bizim lüks otelimizde bile diş yıkarken musluk suyunu kullanmayın diye sıkı sıkı tembih ediyorlar. Her gün buz dolabına ve lavabolara litrelerce şişe su bırakıyorlar.


Körfez balıkçı tekneleri ve özel yatlarla dolu. Kıyıdaki iskelede tam teçhizatlı dalış tekneleri duruyor. İnsanlar kuyruk olmuş, sıra bekliyor. Bu dalış olayı yöre için çok önemli. Dünyanın sayılı dalış merkezleri bu adaların çevresinde. Dalıcılar da dağcılar gibi liste tutmakta. Biliyorsunuz dağcılar 8000 metre üzerindeki 14 dağa tırmanınca "profesör" oluyorlar. Tüple dalanların dosyası da Galapagos'ta dalmadan dolmuyor. Vurgun riskine karşı kasabanın hastanesinde bir hiperbarik oksijen tankı mevcut. Meraklısına duyurulur.


"Charles Darwin" Araştırma İstasyonu



Galapagos olmadan Darwin olur muydu, bilmiyorum. Belki olurdu. Bu varsayımın tersi de doğru. Darwin olmasaydı, Galapagos gene olurdu. Ama şimdiki gibi olmazdı. Canlı, cansız, her yerde ondan bir iz var ve hiç bir yaratığa ondan önceki gibi bakmıyoruz. Her türde atalarının izini arıyoruz. Merak ediyor ve sorguluyoruz. Doğruya ve yanlışa dair bize ezberletilen ne varsa "neden" diyoruz, "nasıl" diye soruyoruz. Akıl almaz denen şeyleri akıl süzgecinden geçiriyoruz. Gerçeği biliyor ve hiç bir şeyi gizlemiyoruz... 

Darwin'in, türlerin orijiniyle ilgili tezini duyan İngiliz aristokrasisi "İnşallah doğru değildir", demiş. 

"Ama doğruysa mutlaka halktan gizli tutmalıyız."


Ezberlere çomak sokan Darwin'in adıyla, 1964 yılında kurulan araştırma istasyonundayız. Kapıda bizi güneşlenmeye çıkmış deniz iguanaları karşılıyor. Selamlaşıp geçiyoruz. Bizi umursamıyorlar. Burada eko sistemin ve biyolojik çeşitliliğin korunması için çalışmalar yapılıyor. Esas laboratuvar doğanın kendisi olduğu için istasyonda görülecek fazla bir şey yok. İlgi çekici olan kısmı, kaplumbağaların çiftleştirildiği ve yavruların bakıldığı bölümler. 

Bir de Yalnız Corc'un hikayesi.


Kaplumbağaların yatak odası, yavrular ve zehirli elma

İstasyonunun büyük bir kısmı kaplumbağa üretilmesine ayrılmış. Sayıları kritik seviyeye inen hayvanlar buraya getirilip bir araya getiriliyorlar. Onlar da bu işin farkında olmalı ki, seyirci filan dinlemeyip her anı değerlendiriyorlar. Biz de bu mutlu ana (anlara) şahit olduk. Artık gergedan boynuzu, köpek balığı yüzgeci, kaplan penisi filan kullanıyorlar mı bilmiyorum. Bunlar gizli bilgi. 

Kaplumbağalara ayrılan kısma giderken yolun kenarında, üzerinde "Dokunmayın, Zehirli" yazan bir tabela gördük. Tabelanın işaret ettiği ağaç, kaldırımın kenarında büyümüş, görünüşte gayet masum bir elma ağacıydı. Rehberimiz, hele Fernandina adasına giderseniz hiç bir ağaca dokunmayın dedi. İstasyondaki ağaç, zehirli elma ağaçlarının en büyüklerinden birisiymiş. İsmi Manzanill de la Muerte, Türkçesi "Küçük Ölüm Elması"!!! Ağacın her tarafı zehirli. Yağmur yağarken altından geçmek bile en hafifiyle dermatit yapıyormuş. Yağmurun değdiği yer hemen, çok kısa zamanda kızarıyor ve kabarıyor. Yanıcı ağrısı da cabası. Böyle bir ağaç ayak üsünde olur mu? Oluyormuş. Kesmek kimsenin aklına bile gelmemiş. 

Buradaki üretme çabaları sonucunda adalardaki kaplumbağa nüfusu artmaya başlamış. Kafeslerde her yaştan onlarca yavru gördük. 3-4 yıl burada baktıktan sonra doğaya, ait oldukları adalara bırakılıyorlar. Bu kadar uzun süre korumalarının sebebi daha önce yazdığım gibi fareler, domuzlar, şahinler vs vs... Bir kaplumbağanın dişi mi, erkek mi olduğu 15 yaşına kadar anlaşılmıyormuş. Doğal ortamlarında seksüel olgunluğa ulaşmaları ise erişkin cüsselerine kavuşunca oluyor, bu da ortalama 40 yıllarını alıyor. Ömürlerinin her aşamasını adeta yavaşlatılmış film gibi yaşıyorlar. Bununla beraber buradaki doğa bilimciler, yavruların dişi mi, yoksa erkek mi olacağını biliyorlar. Hayvanların hangi seksten doğacağı kuluçkada maruz kaldıkları ısıyla ilgiliymiş. 28 derecede erkek, 29,5 derecede dişi kaplumbağalar elde ediliyor. Erkeklerin soğukluğu mu diyeyim, kızların ateşi mi? Artık her neyse, bu kadar mı olur? Aradaki fark bu kadar mıdır?


Yalnız Corc (El Solitario Jorge - Lonesome George)


Yalnız Corc ölmüş, duydun mu?

Enteresan bir şey oldu. Amma tesadüf denecek cinsten bir şey. Galapagos'a bir tur ayarlıyorsun ve bir hafta geçmiyor, bir dergide haber; Galapagos'ta yaşayan Yalnız Corc ölmüş... Yalnız Corc adada yaşayan dev kaplumbağalardan birisiymiş, şöyleymiş, böyleymiş... Corc aslında 2012'de ölmüş, fakat türünü sürdürme çabası hakkında bir yazı...

Bu gezi olmasaydı benim ilgimi çeker miydi bilmiyorum. Bilme şansım da yok. Ama şimdi ilgi alanımda. Gittim ve sizler için olayı yerinde araştırdım :)

Corc sağlığında Pinta adasında yaşayan bir erkek kaplumbağa. Varlığı 1971 yılında fark edilmiş. Fark edilen diğer şey de adanın bitki örtüsünün keçiler tarafından yok edildiği ve ortalıkta aynı türden başka kaplumbağa kalmadığıdır. Corc artık "Yalnız Corc"dur. Dünya yüzünde yaşayan en nadir yaratık. Türünün bilinen son örneği. Galapagos adalarının ve Uluslararası koruma çabalarının sembolü...

Araştırmacılar seferber olur. Corc koruma ve neslini kurtarma amacıyla Santa Cruz'a götürülür. Önce farklı cinsten iki dişiyle çiftleştirilir. Dişiler yumurtlar, fakat döllenme gerçekleşmez. Bundan sonraki tüm çiftleştirme çabaları beyhudedir. Corcun soyunun tükendiği ilan edilir. Son çare olarak yakın türler denenir. Fakat gene sonuç alınamaz. 40 yıllık bakıcısı Fausto 24 Haziran 2012 günü Corc'u ölü bulur. Bu sırada yaklaşık 100 yaşındadır. Galapagos kaplumbağaları için oldukça kısa bir ömür... 

Corc'un ölmeden 5-6 ay önce çekilmiş bir fotoğrafını buldum. Bırakın artık beni, der gibi bir duruşu var. Hüzün verici...

Corc gerçek bir sembol. Tüm adalarda, hava limanlarında, çarşıda pazarda adını görmek mümkün. Adı mağazalara verilmiş. Logolar, hediyelik eşyalar da cabası. Biraz abartılıp ticari kazanç metası haline getirilmiş. Google arama motoruna "Lonesome George" yazınca 3700000 madde çıkıyor. Bunların tamamı hayatı ve türün korunması ile ilgili. Doldurulmuş vücudu şu anda New York'ta. Görmek isteyen "American Museum of Natural History"de görebilir. Göremeyenler seneye Galapagos'a gitmek zorunda...


TORTUGA BAY - Kaplumbağa Körfezi

Puerto Ayora'nın en batı ucunda, kasabanın bittiği yerde, 25-30 merdiven çıkıyorsunuz ve başka bir koruma alanına geliyorsunuz. Yolun başında bir kulübe var. Oraya kayıt olup yürümeye başlıyorsunuz. Ağaçların ve kaktüslerin arasında ine çıka giden, bir metre genişliğinde bir yol. Yaklaşık 2,5 kilometre. Herkes için 20 dakika, bizim için bir saat yirmi dakika... Burası kaplumbağaların toplu yumurtlama alanı, meşhur "Tortuga Bay". Yüzmek yasak.

Zaten dalgalardan yüzmek mümkün değil. İlk görünen kısım sahilin vahşi tarafı, Playa Brava. Volkanik kayaların arasında, geniş ve müthiş güzel bir kumsal. Aynı sığlıkta denizin içinde devam ediyor. Yüzmekten çok uzanıp yatmak, dalgalarla havalanıp tekrar suya batmak büyük keyif. Mayomun ceplerine dolan kumlar şimdi nadire odamdaki bir şişenin içinde duruyor. Daha ileride Playa mansa, uysal plaj var. Bizimkiler o tarafa devam etti. Küçük ve sakin bir koymuş. Çektikleri bir fotoğrafta önde yüzen arkadaşımızın arkasında bir köpek balığı yüzgeci gözüküyordu. Eşi dönüş yolunda gösterdi. Kadıncağız neden orada seslenmedin diye feryat, figan, fakat adam sus pus! Neyse, biz anladık ve konuyu değiştirdik... Özetle, Gönül'le ikimiz daha ileri gitmeyip kumsalda oynamayı tercih ettik. Geldiğimiz yolun üzerine biraz daha devam etseydik, Gönül'ü dönüşte sırtımda taşımam gerekecekti. Buranın suyu romatizmalara iyi geliyormuş dedim, muhtemel sorunları çözdüm.


SON GECE, JAKUZİ KEYFİ ve DÖNÜŞ YOLU

O kadar gezip tozduk, bir sürü güzellik yaşadık ama aklım bizim villada kaldı. Tadını çıkartamadan döneceğiz derken son akşam elime bir fırsat geçti. Bardan iki şişe kahve likörü aldım. Uçakta verilen ufak şişelere benzer iki şişe. Resepsiyona tembih ettim; saat altıda şöminem yansın.


Evde Gönül kanepeye uzanmıştı. Dizlerine ağrı kesicileri sürmüş, üzerine soğuk aplikasyon, yatıyordu. Jakuziyi doldurdum. Bolca köpük sıktım, motorları çalıştırdım. Akşam güneşi ufku kızıla boyamıştı. Soyunup jakuziye girdim, kahvemi aldım, içine girdim. Su gırtlağıma kadar köpürdü. Banyonun her tarafı pencere, çiftliğimin geniş arazisini ve bulutların arasından okyanusu seyrediyorum. Ne müthiş bir keyif! 

Bitmedi. 

Saat tam altıda görevli kapıyı çaldı. Şömineyi yakmaya gelmiş. yak evladım dedim, yaktı, gitti. İyice harlayınca jakuziden çıktım. Bornozumu giydim. Kahvem yeni bitmişti. Kahve likörlerini buzdolabından çıkardım. Birini Gönül'e verdim. Yatar koltuğa yattım, iyice yayıldım. Ayaklarımı şömineye doğru uzattım. Bir keyif, bir keyif... Uzun uzun yazıyorum ki, iyice aklınız kalsın, iyice kıskanın!!!



Bitti. Bitmesin istiyordum, ama bitti. 

Darwin adalarda sadece 5 hafta kalmış. Beagle'da geçirdiği 5 yılı tüm hayatına yaymış. Dönüşte Londra kırsalı Down'da bir ev alıp, ömrünün sonuna kadar orada yaşamış. Çalışma odasında şömine, şömine önünde bir çalışma masası, rahat bir köşe koltuğu varmış. Resimlerinden görebildiğim kadarıyla masası fanus, kavanoz ve kağıtlarla doluymuş..





Biz adalarda dört gün kaldık. 20 Mayısta Galapagos'tan ayrılıp tekrar Quito'ya döndük. Sonra Cuenca, Guayaquil, Panama City... Oraları yukarıda anlattım. 27 Mayıs'ın ilk saatlerinde İstanbul'a indik. Şimdi çalışma odamda, şöminenin karşısındaki masamda oturmuş anılarımı yazıyorum. Masamdaki şişelerin içinde Tortuga körfezinin kumu, Santa Cruz'dan bir kaç volkanik kaya, onların yanında mavi ayaklı bubi kuşu, önümde kara mı kara bir deniz iguanası, arkamdaki duvarda baykuş maskesi, aklımda kaplumbağalar, pelikanlar, kırlangıç kuyruklu martılar ve korsan kuşları var. Gözlerimin önünden bir köpek balığı geçiyor, rüzgar esiyor, Escalasia ağaçlarının yaprakları hışırdıyor. Öyle zannediyorum ki ben de geçirdiğim bu 11 günü bütün hayatıma yayacağım.



Darwin yanımda duran kitaptan uzanıp enseme bir şaplak attı. Çok duygusallaşma dedi. Diğer insanlar gibi olma. Kendin ol. Sen doğanın bir parçasısın. Doğadan kopma. Onu anlamaya çalış. Sen doğadan üstün değilsin. Ona hükmetmeye çalışma. Onu yaralama, yaralarını sar. Ona karşı sabırlı ol, onu tanı. Şimşek çakıyorsa bir sebebi vardır. Dereler akıyorsa aksın, bir bildiği vardır. Ağaçlar büyüyorsa bırak büyüsün, bir yararı vardır, dedi. 

Ateşi sen buldun, onu kimse sana vermedi, diye ekledi... 

Daha devam edecekti, ama aklına bir şey gelmiş gibi durdu, "ben bulgularımı yayınlamaktan korktum" dedi. Notlarımı neredeyse yirmi yıl merdiven altında sakladım. Üzerine "ölümümden sonra açılacak" yazdım. Dikildi, enseme bir şaplak daha attı; Doğa üstü yoktur, dedi... 

Sadece doğa vardır. Siz cesur olun, doğayı koruyun. O da sizi korur" dedi, gitti...










1 yorum:

  1. Bazı ilaveler yapabilir miyim ;
    Kırmızı kaya yengeçleri gençken boz renkli ve küçük imiş.(3,4 cm kadar)Yaşlandıkça kızarıyorlarmış. Korkuları kalmıyor galiba.

    Galapagos ispinozları en zeki kuşlardanmış ,çünkü alet kullanıyorlarmış.Ağaç kovuklarındaki larvalara kanca kullanarak ulaşıyorlarmış.Gözleyip yeme önlerindeki hangi kancayı kullanarak ulaşacaklarını bulmuşlar.Yani,alet yaparak ve kullanarak zihinsel yetilerini geliştirebiliyorlar.
    Gel de Darwin'e inanma.

    YanıtlaSil